Türkiye’nin gelecek neslinin nasıl olması gerektiğine ilişkin son günlerin tartışması beynimde yer bulmakta zorlanıyor. Bu konuda yalnız değilim eminim. Açıklamalar, gerekçelendirmeler her zaman ki gibi yetersiz, ezbere. Tıpkı yeni neslin olması beklendiği gibi.
Ülkemi buradan yani dışarından izlemek çok değişik bir duygu. Vatan sevgim olgunlaştı, yoğunlaştı. Kusurlarını da daha berrak görmeye başladım uzaktan, lütuflarını da.
Şu an ‘güçlü’ bir ekonomimiz olabilir. Ama bir ülkenin ezberci nesiller yetiştirerek kalkınmasını sürdürülebilir kılması çok zor. Yeniliği ithal etmeye ihtiyaç devam edecektir. Çünkü ezbercilikle yaratıcılık yan yana duramaz.
Kalıplanmış ve o kalıpların dışına her çıkışında cezalandırılmış birinden icatçı olması beklenemez. Böyle bir zihin farklı olmaktan doğası gereği korkar. Korkutulmuştur çünkü. Farklı olmak tehlikelidir onun için. Sorgulamak, soru sormak tehlikelidir. Soru sorarsa da aldığı cevap çoğunlukla ‘İşte öyle!’dir. Onun için en iyisi, bir bilene sormak ve herkes ne yapıyorsa onu yapmaktır ya da ‘başarılı olanı’ taklit etmek. Buna sofistike bir isim de veriliyor iş hayatında: ‘Benchmarking’ (kıyaslama). Türkiye bir kıyaslama cenneti. ‘Dur bakalım diğerleri ne yapmış?’ Soru çoğunlukla budur dikkat ederseniz.
Ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi şu an ki eğitim sistemimiz de ezberci beyinler yetiştirmekle meşgul. Yalnız, daha kalifiye olanlarını. Tablet bilgisayar dağıtmak, kullanış biçimi değişmedikçe bir farklılık getirmeyecek maalesef. Sabahtan akşama kadar okula giden, akşam özel ders alan, hafta sonu o kurstan bu aktiviteye koşan şimdiki nesil de büyüyünce yeterince yaratıcı olamayacak. Durup, bir şeylere farklı açıdan bakacak zamanı yok o zihinlerin. Bir bilgisayar gibi sürekli varolan programları beyinlerine yüklemekle ve kendilerini diğerleriyle kıyaslamakla meşguller. Kısacası, ‘Dur bakalım diğerleri ne yapmış?’ sorusu yine değişmedi.
Dolayısıyla benzer sistemden geçmiş, ‘eğitimli’ ve ‘yenilikçi’ olduğunu sananlar da, eğer dikkatlice bakarlarsa gerçekte ne kadar ezberci düşündüklerini ve davrandıklarını görebilirler. Bunların hepsi kendimde de son yıllarda fark ettiğim şeyler. Umarım ahkam kestiğim düşünülmez.
Kaçımız hayatın içinde ‘deney’ yapıyoruz? Sonucunda ne olacağını zaten bildiğimiz bir şeyi tekrarlamak yerine, hiç denenmemiş ya da denendiğini görmediğimiz bir şeyi yaparak öğreniyoruz. Çok az. Bu yüzden Türkiye’de neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatan ‘kişisel gelişim’ kitapları ve eğitimleri peynir ekmek gibi satıyor. Yıllarca almış durmuşum, evim onlardan dolup taşıyor. Çoğu da birbirinden kopyalama maalesef.
Örneğin, çok güzel yazılar okuyorum internette, dergilerde, kitaplarda. Araştırmaya, okumaya dayalı oldukları belli. Yazarın yararlandığı ve merak ettiğim kaynak yazının içinde geçmeyince diyorum ki; sonundadır büyük olasılıkla. Sonuna bakıyorum, orada da yok. Öyle sık oluyor ki bu durum, özellikle de Türkçe yazılarda. İçimden bir sitem yükseliyor artık. “Ey yazar! Çok beğendim fikirlerini. Hatta bende daha fazla okuma ve araştırma isteği uyandırdın. Paylaşmanın nedeni bu değil miydi? Bir yerlerden yararlanmışsın belli. Nerede bu kaynakların? Yollarını kapatıp, buluşmalarını geciktirerek hem okuyana, hem de yararlandığın kişiye haksızlık yapıyorsun. Bilerek ya da bilmeden.” İşte benim bu yazarın yazdıklarını sorgulama şansım o noktada bitiyor. Sadece bana verdiği, nereden geldiği belli olmayan bilgilerle yetinmek zorundayım.
İstemiyor muyuz çocuklarımız, gençlerimiz araştırmayı öğrensin, soru sorsun, bilginin kaynağına saygı duysun, bulup kaynağından öğrenmeye çalışsın? Nasrettin Hoca’nın hikayesi gibi suyunun suyunu içmesin. O zaman niçin referans vermiyoruz? Biz aldığımız bilgiyi doğru mu yorumladık, nasıl anlayacaklar? O zaman yazılanın dini bir yazıdan ne farkı kalıyor?
Daha fazla uzatmak istemem. Kısaca aksini yapıyorum zannedip de, farkında olmadan ezberciliği ve sorgulamamayı teşvik edebiliyor insan. Buna dikkat çekmek istedim. Sürç-i lisan ettiysem affola!