Aşağıda Abdülbaki Gölpınarlı’nın (1996) Mevlana: Hayatı, Sanatı ve Yapıtından Seçmeler kitabında okuduğum ve beni oldukça etkileyen küçük bir hikayeyi paylaşmak istedim.
‘…Mevlana’ya göre bilgi, faydalı oldukça iyidir, faydasız bilgi ise sahibine bir yüktür. Bedevinin biri, eşeğine vurduğu hurcun bir gözüne kum, öbürüne buğday yüklemiştir. Yolda bir filozofa rastlar. Filozof, işi anlayınca ‘Neden?’ der, “buğdayı ikiye ayırıp gözlere koymadın? Hem eşeğin yükü hafiflerdi, hem çabuk giderdi.” Bedevi, bu akla hayran olur ve “Sen” der, “padişah mısın, vezir misin? Yoksa dükkanın, malın mülkün mü var?” Filozof, “Hiçbir şeyim yok,” der,” İşte, gördüğün gibi yarı çıplak bir adamım.” Bedevi, biraz düşündükten sonra, “Çekil yanımdan.” der “Bırak, ben yine hurcun bir gözüne buğday yükleyeyim, öbür gözüne kum. Sana faydası olmayan aklın bana hiç faydası olmaz.” S.25
Önce yukarıdaki hikayeyi paylaşmak istedim, sonra akışında içimden ne gelirse yazmak. Hem söyleyenin, söylemek istediğinin gücünden olsa gerek, bu küçük hikaye adeta benim ruhumun derinliklerine kadar süzüldü.
Bir süredir batı denilen yerde yaşıyorum. Tabi ki onu daha farklı açılardan keşfetmeye başladım. Hani insan aşık olur da, beraber yaşamaya başlayınca kusurları görmeye başlar ya, öyle işte. Canımı sıkan şeyler var burada gördüğüm. Mesela daha çok şeye sahip olmak, verimlilik, ekonomik büyüme, kariyer, bireyselliğe methiye düzen ve bunların insanı daha mutlu ve gelişmiş kıldığını düşünen kültürün gerçeğine baktığımda depresyon, tükenmişlik, yabancılaşma, yalnızlık gibi birçok psikolojik sorunla uğraştığını görmek. Yani kısaca özetlemek gerekirse mutsuz olduğunu. Bir de aynı bu hikayede olduğu gibi, fikir vermekte üstüne olmadığını görmek. Ama en çok canımı sıkan, kendi ülkemde -birkaç yıl öncesine kadar da kendimde- gördüğüm aşırı batı hayranlığı. Diğer tarafında aynı şeyi, şu an içinde bulunduğu duruma bakmadan, doğuyu aşırı idealize ederek yapanlar. Dine dayalı bir toplum düzeninin binlerce yıldır bunun hiçbir örneği olmamasına rağmen mutluluk getireceğine inananlar. Oysa Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya bugün indirgenen “Doğu mu yoksa batı mı? ” sorusundan çok daha ötede, çok daha aşkın bir gerçeğe sahip.
‘Biz’ kimiz?
Çok derinlere bir yere parmak bastığımı biliyorum ve henüz bunun için tam bir cevabımın olmadığını, bunun üzerine kafa yoran yoğun bir edebiyat ve literatür olduğunu da. Ama bu çelişkiyi artık kendi içimde kucaklamak ve (mümkünse ilham verici bir şekilde) az da olsa aşmak isteğimden, bir süredir üzerinde çalışıyorum. Sonuç olarak birkaç hafta önce İngiltere’de çok uluslu bir ortamda, İngilizce konuşarak, üzerimde şalvarım, t-shirt’um, röfleli saçlarım, elimden geldiğince hiçbir şeyimi dışlamadan, batılıymış ya da doğuluymuş gibi davranmadan; Anadolu’ya, onca farklı medeniyete, dine, kültüre ev sahipliği yapmış bir toprağa köklenerek, anneliğe, kadınlığa, kimliğe, bir arada yaşamaya ve sürdürülebilirliğe dair bir konuşma yaptım. Sonundaki alkışlar bana değildi, bunu adım gibi biliyorum. Gelen alkışlar Anadolu’nun -benim de duymayı özlediğim- barışçıl, kucaklayıcı, sevgi dolu, doğu ve batıyı toprağında sentezleyen özgün sesineydi. Benim içinse ‘Ben bu değilim, şu değilim, o değilim.’ direnci bittiğinde sesimin nasıl farklılaştığını ve güçlendiğini görmekti güzel olan. Köklerim derinlere, daha derinlere indikçe, hatta dinlerin, medeniyetlerin ötesine geçtikçe, ne kadar zenginleştiğim ve beraberinde zenginleştirdiğimi görmek.
Gördüm ki her özgün durum gibi, şu an içinde olduğu şeyleri, önce kendi gerçeğini çelişkileri de dahil kucaklayarak, daha köklenerek aşabilir insan ya da toplum. Bunu o köklere takılıp kalmak değil, onların ötesine büyümek için yapmalı. Sadece bir zamana , bir medeniyete, bir dine değil, doğduğu, büyüdüğü, kendini ait hissettiği yerin binlerce yıllına köklerini yaymalı. Böylece bir ağaç gibi, derinlere köklendikçe daha yükselebilir. Bir insan, bir toplum böyle evrenselleşebilir, kucaklayabilir, kucaklanabilir. Yaşayarak gördüm. Ve tabi ki daha çok yürümem gereken yolun olduğunu da…