4

Korkuyorum

Saat 4:30. Ayaktayım. Uykusuzluktan değil, geceleri bu saatte kalkıyorum. Okumak, yazmak, çalışmak için. Bunu takdir edileyim diye yazmıyorum. Doğanın dengesini ve insanın geleceğini kurtarmak için ‘belki de çok geç’ olduğu bilgisini hazmetmeye çalışıyorum. Zor geliyor. Diğer anneler, babalar, arkadaşlar bununla nasıl yaşıyor merak ediyorum?

Blogumu takip edenler düşünmesin ki bu konu ikincildir. Her şeyi bu konunun çözümüne katkıda bulunmak için yazıyorum. Öyle karmaşık bir sorun ki ve insanlar için bundan daha büyük bir sorun da yok dünyada. Evet var diyeceksiniz belki. Savaşlar, açlık, terör. Hayır yok. Bunlar da aynı politikaların ve insan tutumlarının sonucu.

Artık korkuyorum. Çünkü insanlar sanki başka bir gezegende yaşıyor gibiler. Artık korkuyorum. Ruhsal çalışmalar yapan, yüksek bilinçli olduğu kabul edilebilecek kişiler bile Dalai Lama’nın, Thich Nhat Hahn‘ın ve daha nicelerinin başlıca gündemlerinin bu konu olduğunu görmüyor gibiler.

Zannedilmesin ki küresel ısınma ile ilgili faaliyetler sadece kutup ayılarını kurtarmak, geri dönüşüm ya da çevre koruma. Zannedilmesin ki bu konuyla ilgilenen insanlar romantik hayaller içinde, dünyada onca öncelikli güncel sorun varken tutmuş bize gelecekten bahsediyorlar. Hayır. Hiç sanıldığı gibi değil. Bu insanların çoğu realist insanlar ve güncel tabiriyle çoğu çok ‘spritüel’ insanlar. Hemen hemen hepsinin enerjisinin büyük bir kısmı, sorunun büyüklüğü karşısında paralize olmadan, umutsuzluğa kapılmadan çalışmaya devam etmeye gidiyor. ‘Gördükleri’ gerçeklerle çalışmaya, çalışabilmeye gidiyor. Blogumdaki bu post yüzden fazla kez paylaşıldı. Bu videoyu hazırlayan kişinin, hep beraber yarattığımız gerçeği görmenin yaşattığı acıyı nasıl taşıdığını ve dönüştürerek yansıttığını izlemek yeter bu insanların neler yaptığını anlatmaya. Çoğu da takdir, para beklemeden devam ediyor. Niye mi? Çünkü artık zaman kalmadı. Niye mi? Çünkü insanların çoğu hala çok bilinçsiz.

Medya kasırgalar dışında bilgi vermeyecek. Çünkü küresel ısınma rating getirmiyor. Yavaş gelişiyor. (Artık o kadar yavaş da değil.) Politikacılar bahsetmeyecek. Çünkü halk o zaman sorguluyor, onların gerçekte neyin parçası olduğunu görüyor. Büyüme ekonomisinin, aşırı tüketimin, şirketlerin gerçekte neler yarattığını görüyor.

Suriye, Gazze ve daha bir çok üzücü konunun yani savaşın gelecekte (yakın gelecekte) su ve yiyecek için küresel boyutta olacağını. Bugün bölgesel olan göçün değişen iklim şartları nedeniyle kitlesel olacağını. Her gün yüzlerce türün yok olmakta olduğunu ve bunun da aynen bir vücuttaki değişik fonksiyonlara sahip hücrelerin ölümleri anlamına geldiğini. Doğanın dengesinin artık pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve kırılma noktası gerçekleştikten sonra neler olacağını hiçbir biliminsanının kestiremediğini. Beklenenden hızlı gelişen erime nedeniyle artık geri dönülmez değişimlerin başlamasına 50 ay gibi bir süre olduğu. 50 ay!

Korkuyorum artık. Oğluma baktığımda onu neşeli neşeli oynarken gördüğümde bazen içimi panik sarıyor. Evet, onca ruhsal çalışmaya rağmen. Hayır,bunun gelecek neslin kaderi olduğunu düşünmüyorum. Aksine bu zamana kadar kontrol çabasıyla yaşadığımı düşünüyorum. Sorumsuzca yaşadığımızı düşünüyorum. Bunu da “ben her şeyin en iyisine layığım”, “her şey olacağına varır”, “artık teslim oldum”, “pozitif düşün” ya da “bunlardan daha önemli şeyler var şu an” diyek yaptığımızı düşünüyorum. Tıpkı Türkiye’deki birçok sorunla yüzleşmekten kaçıldığı gibi.

Kısaca lafı dolandırmada söyleyeyim. Bu konunun çözümü için gerçekten kafa yormayan, yaşamını, yaptığı işi ve tüketim alışkanlıklarını kökten sorgulamayan bir kimsenin yeterince ruhsal olduğunu artık düşünmüyorum. Bu da ahlaki bir yargı değil, kişisel bir gözlem.

Comments 4

  1. Post
    Author

    Bir önceki yorumda yazmıştım ama senin yorumuna bir daha yazma isteği hissettim. Bu yazıları şükranla karşılıyorum. Çünkü bazen yeri geliyor benim yazdığımın üzerine ekliyor, yazmadıklarımı tamamlıyor. Görüşlerinin hepsine katılıyorum. Talep konusuna özellikle.
    Diğeri spritüellik, ruhsallık çok çeşitli isimleri var aldı başını gidiyor. Bir yandan seviniyorum, bir yandan da sonuçlarına bakıyorum. Yani insanların yaşamlarında değişen şeylere, pek farklılık göremiyorum. Aslında tüm çalışmalar yaşamda belli ediyor kendini. İnsanlık olarak inanılmaz bir kaygı yaşadığımızı görüyorum. Ama kaygılanmak çok doğal bir şey bu dönemde. Televizyonu açsan yeter. İki seçim var. Birincisi televizyonda gördüğünü kendinden ayrı görmemek ve üzerinde samimiyetle çalışmak ki bence dediğin gibi gerçek ruhsallık bu ya da kaygına yabancılaşmak, onu başkalarına yansıtmak ya da ondan kaçmaya çalışmak. Dünyadaki pozitif olma (artık çılgınlığı) diyeceğim bu noktadan çıkıyor. Dediğin gibi ruhun ya da yüksek düzey bilincin insan hayatında kendini daha fazla ortaya koyması bir sonuç. Ama buna da hırsla yaklaşıyor sanki insanlar. Bir insanın bir bilinç seviyesinden bir diğerine geçmesi birkaç yıl kadar sürüyor ve özgürleştirici ama sancılı bir süreç. Çoğu iyi hoca bunu bilir, ona göre yaklaşır öğrencisine. Bu konuda yorum yapmak zor. Ama dediğin gibi bir insan yoga, meditasyon hakkında hiçbir şey bilmeyebilir, fakat çok şeyi aşmış olabilir. Kısaca ben spritüelim, ruhsalım, yoga vs yapıyorum demekle olunmuyor. Bu konuda ne kadar çok ‘bilgiye’ sahip olursa olsun, isterse kendisine guru desin.

  2. Post
    Author

    Bu blogu açarken yanılmamışım. Yazmanın en güzel yanlarından biri bu yorumlar. Yazınızla anlaşıldığımı hissettim. Çok önemli bir noktaya değinmişsiniz, beraber çalışmak. Bu konuda yurtdışında daha kolaylık yaşıyorum. Ne tuhaf. İnsanlar daha açıklar yeni şeyler denemeye. Çok güzel çalışma imkanları doğuyor. Yazdığım bir yazıda bahsetmiştim Münih’te oluşturduğumuz bir çalışma grubundan. Türkiye’de çoğu kişi buna yanaşmıyor. Yani beraber çalışmaya. Tuhaf geliyor bu bazen. Sanki Türkiyede daha kolay olurdu gibi gelirdi hep.Altında yatanın ne olduğunu bilmiyorum ama bunun Hofstede’nin araştırmaların da gösterdiği Türk kültürünün belirsizlikten kaçınma özelliğinden geldiğini düşünüyorum. Dediğiniz gibi sorun çok büyük ve hemen bir cevabı yok ama hemen cevap istiyor. Sanırım çoğu insan başa çıkamıyor bu psikolojik baskıyla. Doğayla olan ilişkimize dair yorumlarınıza da içtenlikle katılıyorum.

  3. Gündelik kazançların, küçük çıkarların peşinde gelecek nesilleri nasıl bir dünyanın beklediği gözardı ediliyor… ne de olsa insan ömrü 70 yıl falan değil mi? Kim takar 80 yıl sonrasını? Takmayı bırak, düşünmüyor bile. Herkes yeni model ayfonun peşinde. Modası geçen çizmenin yerine yenisini alma derdinde. Oysa ki satın aldığımız, tükettiğimiz herşeyin bu dünyaya bir yükü var. Gereğinden fazlasının ne bize ne dünyaya faydası var. Herşeyin ‘daha’sı var: daha çok para, daha iyi bir bilgisayar, daha moda bir elbise, vb.
    Herşey insanla başlar.biz fabrikasının zehirli atıklarını doğaya bırakan firmanın ürünlerini almazsak, biz evimize giren ambalaj miktarını en aza indirecek şekilde tüketim alışkanlıklarımızı değiştirirsek, biz evlerimizde enerjiyi en ekonomik şekilde kullanmaya yönelik düzenlemeleri talep edersek birşeyler değişir. Bize sunulanla yetinmez ve iyi olanı talep edersek bunu elde ederiz. Biz talep edersek firmalar bu talebe göre üretim yaparlar. Yapmak zorunda kalırlar…
    Bunları yapmak için spiritüel olmaya da gerek yok. Ama günlük hayat gereksiz şeylerden arınıp basitleştikçe spiritüellik (aslında tam kelime bu değil gibi geliyor ama daha uygun bir kelime bulamıyorum?) zaten kendiliğinden giriyor insanın yaşamına. Çok ilginç, sanki ona yer açılıyor…
    Aslında madde ve ruh ayrımının çok keskinleşmesinden mi bu kadar duyarsızlaştık doğaya karşı? Sanki bizden ayrı bir varlıkmış gibi duyumsuyoruz onu. Belki de bu yüzden olanları bir türlü anlayamamamız. Yoga dersinden çıkıp benzini adeta sömüren son model otomobiline binip enerji oburu süper lüks evine giden bir iş adamının doğa için yapabileceği en iyi şeyin saçma sapan bir “sosyal sorumluluk projesi” olduğunu sanması belki de bu yüzden…

  4. Çok etkileyici ve içten bir şekilde yazmışsınız, hissediliyor. Ben de aynı görüşleri paylaşıyorum ama sizden daha da karamsar olduğumu söyleyebilirim. Çünkü bireysel hareketler işe yaramıyor ve bunlara dikkat çekip insanların kafalarına vura vura gör artık bunları dememize rağmen insanların bunu anlamak istemediğini (anlamadığını değil, anlamak istemediğini) gördükçe inancımı yitiriyorum. Aslında doğru hareketin ne olduğunu bile sorgulamaya başladım. Dünyanın çoğu halen başarıyı daha fazla kazanma, daha fazla varlık, mal edinme, rakipleri yenme olarak görüyor. Eskiden rakibimiz hayvanlarmış. Çünkü çatısı olan bir evimiz olmadığından bir kaplana yem olma tehlikemiz varmış. Zamanla, medeniyetle hayvanlar artık rakibimiz olmaktan çıktılar lakin bu sefer doğayı (niyeyse) rakip belledik. Onunla savaştık, doğayı sömürdük. Günümüzde geldiğimiz nokta ise artık tanrıcılık oynuyoruz. Doğaya hükmetmeye çalışıyoruz içerisindeki canlılığı umursamadan.

    Bunun insan eliyle düzeleceğine dair inancımı kaybettim. Nefret ettiğim şeyi yapıyorum artık ne yazık ki. Godot’u bekliyorum. Hiç gelmeyecek biliyorum ama çaresizliğim artık bu noktaya geldi. Bir kurtarıcının gelmesi ya da bir olayın olması. Dünyanın durduğu gün filmindeki Keanu Reeves’in dediği gibi, seni değil, dünyayı senin elinden kurtarmaya geldim desin…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir