Çirkin Ördek Yavrusu

Geçen Kasım ayının sonları, bir akşam üstüydü. Kadın çalışma grubumuzun buluşması bu sefer bende olacaktı. Hazırlık yapabilmem için eşim eve erken geldi. Babası bıdıkla ilgilenirken yiyecekleri hazırladım. Menüde -ayıptır söylemesi- sebzeli pilav, cacık, salata, pancar turşusu vardı ve tabi ki bir de demli çay. İnce belli bardaklarda. Çok seviyorlar öyle çay içmeyi. Her geldiklerinde rica ediyorlar, ben de zevkle yapıyorum.

Yemekler masadaki yerlerini aldıklarında, misafirler de teker teker gelmeye başladı. Bizim bıdık oğlan çok komikti. Onca güzel kadını birarada görünce birden ne yapacağını şaşırdı. Çayları doldururken en son gördüğümde durup durup yere yatıyordu. Neticede gördüğü ilgiden, sevildiğine ve çok şirin olduğuna ikna oldu. Gözlerde uyku kendini belli etmeye başladı. Babası da onu yatmaya götürdü.

Biz de çalışma odamın kapısını kapattık. Bardaklar bir dolup bir boşalırken çay da içimizi iyice ısıttı. Önce görüşmediğimiz zamanda hayatımızda neler olduğunu birbirimize anlattık her zaman ki gibi. Bir yandan da karnımız doydu, yavaş yavaş tabaklar sehpalardan mutfağa taşındı ve çalışma vaktimiz geldi.

Gruba liderlik etme sırası bendeydi. Bizdeki (geçici) liderin görevi sezgi aracılığıyla o gün çalışmada ne yapılacağına karar vermek, gerekli ortamı hazırlamak, açıklamaları yapmak ve sonrasında lider kimliğinden çıkıp bizzat uygulamalara katılmak. Yaptıklarımız birer deney, yani kimse uygulamanın sonunda neyin ortaya çıkacağını bilmiyor. Bu nedenle de uygulamalara ön yargısız bir açıklıkla katılmak da kurallardan biri. Çalışmalarımız hep sürprizlerle dolu oluyor.

Dedim ya o gün sıra bendeydi. İçimden, Kurtlarla Koşan Kadınlar (Women Who Run with Wolves – Clarissa Pinkola Estes) kitabındaki Çirkin Ördek Yavrusu (The Ugly Duckling) masalını beraber okumak geldi. Bu bilindik masal, çok ama çok güzel bir anlatımla (biraz da büyükler için) yazılmış o kitapta. Masalı önceden okumuş olduğum ve grupla beraber bu sefer dinleme şansını kullanmak istediğim için bir başkasının okumasını önerdim, onlar da kabul ettiler. Amerikalı arkadaşımız okumaya gönüllü oldu. Tıpkı soba önündeki eski kış günleri gibi ışıkları azalttık. Herkes kendisine rahat bir yer buldu ve mükemmel bir canlandırmayla okuyan arkadaşımızın sesinde masal alemine daldık.

Çirkin ördek yavrusunu eminim birçok kişi bilir. Hani ördek anne kuluçkadayken yanlışlıkla bir kuğu yumurtası karışır yumurtalarının arasına, ama anne bunu fark etmez. Sonunda yumurtalar birer birer çatlar. Ancak kuğu yavru en son çıkar yumurtadan. Başlangıçta görünüşü tuhaf ve çirkin gelse de ördek anne onu da sever ve diğer yavrularıyla birlikte büyütmeye başlar. Fakat bu yavru zaman içinde farklı görünüşü nedeniyle ördek topluluğu tarafından itilip kakılmaya ve alay edilmeye başlanır. Annenin içi parçalanır. Göğüs gerer bu duruma ve korur ‘tuhaf’ yavrusunu, ama bir süre sonra ördeklerin bir türlü bitmeyen aksine artan baskılarından bıkar ve çirkin yavrusuna ‘Keşke buralardan gitseydin.’ der. Böylece yavru kaçar… ve yine başına farklılığından dolayı bir sürü bela geldikten sonra nihayet kendi gibi kuğulara rastlar ve aslında bir ördek değil bir kuğu olduğunu keşfederek mutlu sona ulaşır.

Masalın okuması bittiğinde derin bir sessizlik oluştu grupta. Hepimizin içinde bazı noktalar ‘tetiklenmişti’. Yüzyıllarca yaşayan ve farklı farklı söylense de birçok kültür tarafından paylaşılan bu tarz masalların, efsanelerin, söylencelerin özelliği de bu. İçlerinde barındırdıkları simgesel öğeler bilinçaltının hassas noktalarına nişan alır ve böylelikle kişiyi bazen gizli kalmış güçleriyle, bazen de karanlık yönleriyle buluşmaya çağırır. Bu süreci, yani kollektif bilinçaltının ürünleri olan ortak simgelerin (metaforların) insan psikolojisi üzerindeki güçlü etkisini keşfedenlerden biri ustalar ustası Jung’dur ve görüşleriyle sanattan, bilime çok kişiyi etkilemiştir. Bence hikayeler edebiyat zevkinin yanı sıra insanın kendisini keşfetmesi açısından da vazgeçilmezler.

Masalın beni en çok etkileyen kısmı yukarıda anlattığım parçaydı. Yani çocuğun farklılığından rahatsız olan toplumla, ne kadar çabalasa da başa çıkamayan annenin sonunda ‘kaç git’ demesiydi. Çok ama çok şey düşündürdü. Toplumun genelinin değer yargıları her zaman doğru muydu? Hiçbir anne farklı olduğu için masalda olduğu gibi çocuğundan kolay kolay vazgeçmiyordu tabi ki, ama çocuğunun sahip olduğu farklılıklarla ve özellikle de toplum tarafından onay görmeyenlerle nasıl başa çıkıyordu? Onu kuğu olduğu halde zarar görmemek adına ördek olmaya mı zorluyordu ya da en sonunda o da çocuğunu tuhaf kabul edip toplum karşısında utanç mı hissediyordu, hatta bundan dolayı çocuğuna kızgınlık mı duyuyordu? Eğer ördek anne baskılara dayansaydı ve çocuğunu olduğu gibi sevseydi, nasıl olurdu kuğunun yaşamı? Bir anne bunun için gereken gücü nasıl kazanabilirdi? Normal neydi ve buna kim, nasıl karar veriyordu? Kitabın yazarı Clarissa Pinkola Estes de bu noktalar üzerinde duruyor. Daha bitmedi. Peki ya kendimizde sahip olduğumuz farklılıklar, mesela yaratıcılığımız. Toplumdan çekinip onlara da ‘keşke gitsen mi’ diyorduk, yoksa sahip mi çıkıyorduk? Her iki davranışın da bedelleri neydi? Bu konuları ve daha bir çoğunu konuştuk masal sonrasında grupla.

Şimdilerde bu hikaye ve konuştuklarımız yine aklıma düştü.Bizim bıdık oğlan onyedi aylık oldu. Arkadaşlarımın çoğunun geribildirimine göre (maaşallah) genelde uyumlu bir oğlan. Kafası baya da şeye yeter oldu, ama yine de bu yaşta hafıza yeterince gelişmediği için “yapma” sözünün uzun süre geçerli olduğunu anlayamıyor. Yapma deyince o an dursa da, sonra bir daha bir daha yapıyor. Bıdığın bir özelliği de şarkı söylemeyi ve özellikle de son zamanlarda evde bağıra bağıra söylemeyi çok sevmesi. Evimizin alt katında iki ayrı dairede, biri kadın biri erkek iki tek başına yaşayan komşumuz var. Kırklı yaşlarındalar her ikisi de. Kadın olan sesten hiç rahatsız olmadığını ve aksine binanın onun sesleri sayesinde yaşam dolduğunu söylüyor. Erkek ise dışarıda gördüğünde bizi görmezden geliyor, evindeyken de oğlanı susturmam için sürekli duvarlara vuruyor veya bizi ev sahibine şikayet ediyor. Bu yüzden banyomuza aşağıya ses geçirmesin diye izolasyon yapılacak yakında.

Bugünlerde çelişki yaşadığım durum şu: Çocuklara sınırsız özgürlük verilmesi taraftarı değilim. Ama çocuğum daha çok küçük. Bir buçuk yaşını bile doldurmadı. Sürekli duvara vuran komşumuzun şikayetlerine son vermek için oğluma sesimi yükseltmem gerek. Bunu yapmak istemiyorum. Çünkü bu davranış; onu bebekliğini yaşamasından dolayı utandırmam, şarkı söylemeye çalıştığı için kendinde bir sorun olduğunu hissettirmem ve kim bilir belki de gelişen bir yeteneğine aşağıdaki komşuyla kavga etmemek için ‘kaç git buradan’ demem anlamına geliyor benim için.

Aşağıdaki komşuya hak da vermek istiyorum. Ses rahatsız edici olabiliyor çünkü. Sanırım biraz da adamın ‘çocuğuna sahip çıkamıyorsun.’ yargısından da yoruldum. İşte o noktada bu hikaye aklıma geldi. Dur bir dakika dedim kendime. Üst katımızda da iki çocuk yaşıyor. Onların gürültülerinden, koşuşturmalarından dolayı biz kocamla duvarlara hiç vurmadık. Üstelik ben de evde çalışıyorum, tez yazdım hatta. Peki aşağıda, gürültüyü ‘Tabi ki o kadar olacak.’ diye doğallıkla karşılayan diğer kadın komşumuza ne demeli. En sonunda sordum kendime; kim haklıydı bu durumda, bir kuğuyu bir türlü ördek olamadığı için sürekli eleştiren komşu mu, yoksa doğasını yaşayan ve başkası da elinden gelmeyen kuğu mu? Bu soru, durumu net görmemi ve ne yapacağıma karar vermemi kolaylaştırdı.

Sorun da böylece içimde çözülmüş oldu. Oğlumu şu anda yapamayacağı bir şeye zorlamamaya karar verdim. Yani o yaptığının başkalarını rahatsız edebileceğini anlayacak olgunluğa erişinceye kadar, ‘yetişkin’ kişilerin bebeğimin bebekçe davranmasına anlayış göstermesi gerekecekti ve eğer anlayış gösteremiyorlarsa da bu durumla bıdığa yansıtmadan benim başaçıkmam gerekecekti. Sanırım çocuk ya da ergen değil, yetişkin olmanın özelliklerinden biri de buydu. Yani kimden, neyi, ne kadar bekleyeceğini bilmek, görece olarak zayıf konumda olanı, azınlıkta olanı kollamak ve ona gereken yaşam alanını açmak. Siz de fark ettiniz mi, bu açıdan bakıldığında günümüzün yaygın ‘Ben Kültürü’nde (İngilizce ‘Me Culture’ olarak geçiyor) yetişkin olarak tanımlanacak insan sayısı birden azalıyor sanki.