7

Çirkin Ördek Yavrusu

Geçen Kasım ayının sonları, bir akşam üstüydü. Kadın çalışma grubumuzun buluşması bu sefer bende olacaktı. Hazırlık yapabilmem için eşim eve erken geldi. Babası bıdıkla ilgilenirken yiyecekleri hazırladım. Menüde -ayıptır söylemesi- sebzeli pilav, cacık, salata, pancar turşusu vardı ve tabi ki bir de demli çay. İnce belli bardaklarda. Çok seviyorlar öyle çay içmeyi. Her geldiklerinde rica ediyorlar, ben de zevkle yapıyorum.

Yemekler masadaki yerlerini aldıklarında, misafirler de teker teker gelmeye başladı. Bizim bıdık oğlan çok komikti. Onca güzel kadını birarada görünce birden ne yapacağını şaşırdı. Çayları doldururken en son gördüğümde durup durup yere yatıyordu. Neticede gördüğü ilgiden, sevildiğine ve çok şirin olduğuna ikna oldu. Gözlerde uyku kendini belli etmeye başladı. Babası da onu yatmaya götürdü.

Biz de çalışma odamın kapısını kapattık. Bardaklar bir dolup bir boşalırken çay da içimizi iyice ısıttı. Önce görüşmediğimiz zamanda hayatımızda neler olduğunu birbirimize anlattık her zaman ki gibi. Bir yandan da karnımız doydu, yavaş yavaş tabaklar sehpalardan mutfağa taşındı ve çalışma vaktimiz geldi.

Gruba liderlik etme sırası bendeydi. Bizdeki (geçici) liderin görevi sezgi aracılığıyla o gün çalışmada ne yapılacağına karar vermek, gerekli ortamı hazırlamak, açıklamaları yapmak ve sonrasında lider kimliğinden çıkıp bizzat uygulamalara katılmak. Yaptıklarımız birer deney, yani kimse uygulamanın sonunda neyin ortaya çıkacağını bilmiyor. Bu nedenle de uygulamalara ön yargısız bir açıklıkla katılmak da kurallardan biri. Çalışmalarımız hep sürprizlerle dolu oluyor.

Dedim ya o gün sıra bendeydi. İçimden, Kurtlarla Koşan Kadınlar (Women Who Run with Wolves – Clarissa Pinkola Estes) kitabındaki Çirkin Ördek Yavrusu (The Ugly Duckling) masalını beraber okumak geldi. Bu bilindik masal, çok ama çok güzel bir anlatımla (biraz da büyükler için) yazılmış o kitapta. Masalı önceden okumuş olduğum ve grupla beraber bu sefer dinleme şansını kullanmak istediğim için bir başkasının okumasını önerdim, onlar da kabul ettiler. Amerikalı arkadaşımız okumaya gönüllü oldu. Tıpkı soba önündeki eski kış günleri gibi ışıkları azalttık. Herkes kendisine rahat bir yer buldu ve mükemmel bir canlandırmayla okuyan arkadaşımızın sesinde masal alemine daldık.

Çirkin ördek yavrusunu eminim birçok kişi bilir. Hani ördek anne kuluçkadayken yanlışlıkla bir kuğu yumurtası karışır yumurtalarının arasına, ama anne bunu fark etmez. Sonunda yumurtalar birer birer çatlar. Ancak kuğu yavru en son çıkar yumurtadan. Başlangıçta görünüşü tuhaf ve çirkin gelse de ördek anne onu da sever ve diğer yavrularıyla birlikte büyütmeye başlar. Fakat bu yavru zaman içinde farklı görünüşü nedeniyle ördek topluluğu tarafından itilip kakılmaya ve alay edilmeye başlanır. Annenin içi parçalanır. Göğüs gerer bu duruma ve korur ‘tuhaf’ yavrusunu, ama bir süre sonra ördeklerin bir türlü bitmeyen aksine artan baskılarından bıkar ve çirkin yavrusuna ‘Keşke buralardan gitseydin.’ der. Böylece yavru kaçar… ve yine başına farklılığından dolayı bir sürü bela geldikten sonra nihayet kendi gibi kuğulara rastlar ve aslında bir ördek değil bir kuğu olduğunu keşfederek mutlu sona ulaşır.

Masalın okuması bittiğinde derin bir sessizlik oluştu grupta. Hepimizin içinde bazı noktalar ‘tetiklenmişti’. Yüzyıllarca yaşayan ve farklı farklı söylense de birçok kültür tarafından paylaşılan bu tarz masalların, efsanelerin, söylencelerin özelliği de bu. İçlerinde barındırdıkları simgesel öğeler bilinçaltının hassas noktalarına nişan alır ve böylelikle kişiyi bazen gizli kalmış güçleriyle, bazen de karanlık yönleriyle buluşmaya çağırır. Bu süreci, yani kollektif bilinçaltının ürünleri olan ortak simgelerin (metaforların) insan psikolojisi üzerindeki güçlü etkisini keşfedenlerden biri ustalar ustası Jung’dur ve görüşleriyle sanattan, bilime çok kişiyi etkilemiştir. Bence hikayeler edebiyat zevkinin yanı sıra insanın kendisini keşfetmesi açısından da vazgeçilmezler.

Masalın beni en çok etkileyen kısmı yukarıda anlattığım parçaydı. Yani çocuğun farklılığından rahatsız olan toplumla, ne kadar çabalasa da başa çıkamayan annenin sonunda ‘kaç git’ demesiydi. Çok ama çok şey düşündürdü. Toplumun genelinin değer yargıları her zaman doğru muydu? Hiçbir anne farklı olduğu için masalda olduğu gibi çocuğundan kolay kolay vazgeçmiyordu tabi ki, ama çocuğunun sahip olduğu farklılıklarla ve özellikle de toplum tarafından onay görmeyenlerle nasıl başa çıkıyordu? Onu kuğu olduğu halde zarar görmemek adına ördek olmaya mı zorluyordu ya da en sonunda o da çocuğunu tuhaf kabul edip toplum karşısında utanç mı hissediyordu, hatta bundan dolayı çocuğuna kızgınlık mı duyuyordu? Eğer ördek anne baskılara dayansaydı ve çocuğunu olduğu gibi sevseydi, nasıl olurdu kuğunun yaşamı? Bir anne bunun için gereken gücü nasıl kazanabilirdi? Normal neydi ve buna kim, nasıl karar veriyordu? Kitabın yazarı Clarissa Pinkola Estes de bu noktalar üzerinde duruyor. Daha bitmedi. Peki ya kendimizde sahip olduğumuz farklılıklar, mesela yaratıcılığımız. Toplumdan çekinip onlara da ‘keşke gitsen mi’ diyorduk, yoksa sahip mi çıkıyorduk? Her iki davranışın da bedelleri neydi? Bu konuları ve daha bir çoğunu konuştuk masal sonrasında grupla.

Şimdilerde bu hikaye ve konuştuklarımız yine aklıma düştü.Bizim bıdık oğlan onyedi aylık oldu. Arkadaşlarımın çoğunun geribildirimine göre (maaşallah) genelde uyumlu bir oğlan. Kafası baya da şeye yeter oldu, ama yine de bu yaşta hafıza yeterince gelişmediği için “yapma” sözünün uzun süre geçerli olduğunu anlayamıyor. Yapma deyince o an dursa da, sonra bir daha bir daha yapıyor. Bıdığın bir özelliği de şarkı söylemeyi ve özellikle de son zamanlarda evde bağıra bağıra söylemeyi çok sevmesi. Evimizin alt katında iki ayrı dairede, biri kadın biri erkek iki tek başına yaşayan komşumuz var. Kırklı yaşlarındalar her ikisi de. Kadın olan sesten hiç rahatsız olmadığını ve aksine binanın onun sesleri sayesinde yaşam dolduğunu söylüyor. Erkek ise dışarıda gördüğünde bizi görmezden geliyor, evindeyken de oğlanı susturmam için sürekli duvarlara vuruyor veya bizi ev sahibine şikayet ediyor. Bu yüzden banyomuza aşağıya ses geçirmesin diye izolasyon yapılacak yakında.

Bugünlerde çelişki yaşadığım durum şu: Çocuklara sınırsız özgürlük verilmesi taraftarı değilim. Ama çocuğum daha çok küçük. Bir buçuk yaşını bile doldurmadı. Sürekli duvara vuran komşumuzun şikayetlerine son vermek için oğluma sesimi yükseltmem gerek. Bunu yapmak istemiyorum. Çünkü bu davranış; onu bebekliğini yaşamasından dolayı utandırmam, şarkı söylemeye çalıştığı için kendinde bir sorun olduğunu hissettirmem ve kim bilir belki de gelişen bir yeteneğine aşağıdaki komşuyla kavga etmemek için ‘kaç git buradan’ demem anlamına geliyor benim için.

Aşağıdaki komşuya hak da vermek istiyorum. Ses rahatsız edici olabiliyor çünkü. Sanırım biraz da adamın ‘çocuğuna sahip çıkamıyorsun.’ yargısından da yoruldum. İşte o noktada bu hikaye aklıma geldi. Dur bir dakika dedim kendime. Üst katımızda da iki çocuk yaşıyor. Onların gürültülerinden, koşuşturmalarından dolayı biz kocamla duvarlara hiç vurmadık. Üstelik ben de evde çalışıyorum, tez yazdım hatta. Peki aşağıda, gürültüyü ‘Tabi ki o kadar olacak.’ diye doğallıkla karşılayan diğer kadın komşumuza ne demeli. En sonunda sordum kendime; kim haklıydı bu durumda, bir kuğuyu bir türlü ördek olamadığı için sürekli eleştiren komşu mu, yoksa doğasını yaşayan ve başkası da elinden gelmeyen kuğu mu? Bu soru, durumu net görmemi ve ne yapacağıma karar vermemi kolaylaştırdı.

Sorun da böylece içimde çözülmüş oldu. Oğlumu şu anda yapamayacağı bir şeye zorlamamaya karar verdim. Yani o yaptığının başkalarını rahatsız edebileceğini anlayacak olgunluğa erişinceye kadar, ‘yetişkin’ kişilerin bebeğimin bebekçe davranmasına anlayış göstermesi gerekecekti ve eğer anlayış gösteremiyorlarsa da bu durumla bıdığa yansıtmadan benim başaçıkmam gerekecekti. Sanırım çocuk ya da ergen değil, yetişkin olmanın özelliklerinden biri de buydu. Yani kimden, neyi, ne kadar bekleyeceğini bilmek, görece olarak zayıf konumda olanı, azınlıkta olanı kollamak ve ona gereken yaşam alanını açmak. Siz de fark ettiniz mi, bu açıdan bakıldığında günümüzün yaygın ‘Ben Kültürü’nde (İngilizce ‘Me Culture’ olarak geçiyor) yetişkin olarak tanımlanacak insan sayısı birden azalıyor sanki.

Comments 7

  1. Post
    Author

    Sen de haklısın demek geldi içimden. Zira oğlum bebek değil genç olsaydı ve gitmek isteseydi git diyebilirdim belki. Burada benim için önemli bir nokta var. Onu doğallığı karşısında normal hissettirip hissettirmemek. Belki de en önemlisi onun normal olduğunu önce derinden anne olarak içte hissetmek. Normal dediğimiz şey aslında bir tanım sadece çünkü. Bu içten kabul yaşamda bazı şeyleri, hatta görmediğimiz süptil şeyleri değiştirir miydi? Cevabını bilmiyorum inan.
    Sanki evet değiştirir gibi geliyor. Bunu down sendromlu bebeğini yürekten kucaklayan çok sevdiğim bir arkadaşımın doğal ve mutlu anneliğinde tecrübe ediyorum.
    Kucak dolusu sevgiler benden de!

  2. Okuduğum günden beri bu yazıyı çok düşünüyorum… Kendimi anne ördek yerine koyup “ben olsam ne yapardım” diyorum…Aslında mevcut düşünce yapım ve hayat görüşümle birgün anne ördeğin içine düştüğü durum ve çelişkileri yaşayacağımı da çok iyi biliyor gibiyim. Zira mevcut hayat görüşümle, yaşadığım toplum normları içerisinde, zaten şu anda bir çirkin ördek yavrusu yetiştiriyorum galiba:))) Gün gelir de kızım olduğu kişi yüzünden bu toplumdan dışlanır ve alay edilirse bu en çok beni üzecek – o üzüldüğü ve kendisini yaşayamadığı için üzüleceğim. Bu durumda benim onu ille de yanımda tutup topluma göğüs gerebiliyor olmamın bir anlamı olacak mı? İşte bundan emin değilim. Yani elimde “olduğu kişi olarak” doyumlu bir hayat süremeyen çocuğumla beraber habire birşeylere göğüs gererek yaşamak??? Bunun sonu sanki kendini gizleyip sürüye katılmaya mecbur kalmak gibi görünüyor bana.
    Bu bağlamda sanırım ben de onu istediği gibi yaşayabileceği bir yere gitmesi için yüreklendirebilirim. Bunun çocuğumdan vazgeçmek olduğunu düşünmüyorum, tam tersi, onu sonuna kadar kazanmak olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu hayatta nerede ne yapıyor olursa olsun mutlu olması, kendini dünyaya kapamaması fiziksel olarak yanımda olmasından daha önemli. Ben zaten her zaman onunla olacağım:) mekânsal yakınlık çok mühim değil:)

    “Peki ya kendimizde sahip olduğumuz farklılıklar, mesela yaratıcılığımız. Toplumdan çekinip onlara da ‘keşke gitsen mi’ diyorduk, yoksa sahip mi çıkıyorduk?” Bu sözler içimde çok derin bir yerlere dokundu… Pek çoğumuz topluma uymayan yönlerimizi hasıraltı edip yaşamımıza devam etmiyor muyuz? Bunlar bir yere gitmiyorlar aslında, bizimleler. Ve günlük hayatta mecbur olduğumuzu düşündüğümüz şeyleri yaparken “benim burada ne işim var? Ben ne yapıyorum?” diye kendimize soruyoruz ve içimize sığmayan bir hüzünle baş başa kalıyoruz…çöküyoruz… Onlar içimizde “heeey beni serbest bırak” diye bağırıyorlar. Bu da belki zamanında “gitmediğimiz” için oluyor. Kendimize kendimiz olma şansını vermenin bir lüks olduğuna inandığımız için onu bastırıp sürüye katıldığımız için…

    Kucak dolusu sevgiler:)

  3. aslında ben kitabı kısa sürede bitirdim. boğulma hissim söylenenlerin doğruluğundandı ama benim birşey yapamıyor olmam nefesiz kalma hissi yaşamama neden oldu tabi…türkiyede olup bu kitabı okumak kendine eziyet etmek gibi:)

  4. Post
    Author

    Kitap hakkındaki yorumunuza kesinlikle katılıyorum.Kah masamın üstünde duruyor kah rafta duruyor, ama son altı yıldır bir şekilde hayatımda. Dediğiniz sebepten tümünü baştan sona okuyamadım henüz maalesef. Parça parça okuyorum.
    Oğlan bugün diş çıkarma nedeniyle bu şarkı söyleme konusunda tam bir bomba:)
    Kadın çalışma grubu birbirimizden çok şey öğrendiğimiz hakikaten güzel bir grup oldu. Herkese tavsiye ederim ilgili olduğu konuda benzer ilgileri taşıyan kişileri bulup böyle bir grup çalışması oluşturmasını. Çok keyifli:)

  5. kurtlarla koşan kadınlar çok keyifli bir kitaptı. aslında okurken boğazımda bir el var gibi hissettim ama kaçıp kurtulamadım kitaptan çünkü diğer eliyle de yakamdan sıkıca tutmuştu:)
    komşınızla yaşadığınız duruma gelince: bence belli saatlerde bu seslere katlanmak durumunda. sabah 10 ve akşam 10 arası günlük yaşam saati olarak kabul edilebilir. kendisi bir apartman dairesinde oturarak bunları baştan kabullenmiş aslında. daha sessiz bir hayatı arzuluyorsa ona uygun bir eve geçmeli. evet sizin oluşunuzda belki biraz daha alçak sesle söyleyebilir:) ancak onun daha 1.5 yaşında olduğunu herkes aklında tutmalı.
    Ne güzel bir grup bu. Kadın çalışma grubu:)

  6. Post
    Author

    Zor sorular hakikaten. Bu budur diyebileceğim bir cevabım benim de yok. Benim çocuk eğitiminden tek anladığım, çocuğun gelişiminin ebeveynin gelişimiyle birebir alakalı olduğu. Yani genel olarak kendi içimizde çözemediğimiz şeylerin cevabını veremiyoruz çocuk da aynı şeylerle karşı karşıya kalınca. Biz içimizde çözdükçe duruşumuz da netleşiyor bu yazıdaki gibi.
    Çevre meselesi çocuk yetiştirmede gözardı edilemeyecek bir konu bu kesin. Benim de içimde bir konu dönüp duran: çocuğumun bu tüketici toplum değerleri tarafından öğütülmesinin önüne nasıl geçerim düşüncesi. Birinci çıkardığım konu onun hayatında herşeyi kontrol edemeyeceğim oldu ve buna da hakkım yok zaten. Onun yerine gerçek bir model olmaya çalışıyorum. Bunu da sadece onun için değil kendim için de yapıyorum. Mesela ona bakmaya karar vermem beni ve onu büyüteceğine inandığım içindir. Ve öyle de oldu.
    Size yazarken ben de düşündüm ve kafamı topladım şimdi:) Özet olarak; paylaşmak kişinin içinde “ben verdiğimde benden eksildi bir diğerini kazandı” şeklinde değil vermenin zevkini yaşamak şekline gerçekten dönüşürse yani kişinin kendisini tüketircesine vermesi değil vermekten keyif alması haline dönüşürse, -zira hayatta her zaman verdiğimizin karşılığını alamıyoruz ve aynı zamanda bize verilenlerin de karşılığını veremiyoruz (sınırsız veren doğa buna bir örnektir)- çocuğunuz verdiğinin karşılığını direkt almadığında siz de kırılıp içerlemezsiniz. O da sizin hayatınıza bakarak vermenin ne demek olduğunu ve nasıl paylaşılacağını öğrenir.
    Kısaca çocuk yetiştirmede sözlerimizden çok hayatlarımızın konuştuğunu düşünüyorum.
    Ama bunları da henüz yolun başında bir anne olarak söylüyorum. Tecrübe edeceğim çok şey var daha. Umarım biraz olsun sizin sorularınıza ilişkin bir paylaşım olmuştur bu yazdıklarım.

  7. Sınır ve sınırsızlık konusu benim de zaman zaman düşündüğüm ve gerçek anlamda doğrunun ne olduğu konusunda çelişkiye düştüğüm bir konudur.Çocuk parkına gidersiniz ve siz çocuğunuza paylaşmasını söylersiniz ama bir bakarsınız ki başka bir gün size ve çocuğunuza farklı muamele yapılır…Yine evde de sürekli düzen hali mi iyidir(yurdum insanı hep düzenli olmaya,temiz ve titizliğe takmış vaziyette) yoksa istediği şekilde evi oyun alanı gibi kullanan mutlu bir çocuk durumu mu?? Çocuğa disiplin nasıl verilmeli??3-4 yaşındaki çocuk güzellikle iyilikle anlatarak disiplin kazanabilir mi??Kızarak mı??Kızmadan da azarlamadan da bu eğitim verilebiliyor mu??Tuvalet alışkanlığı üzerine sayısız yazı var ama bu konularla ilgili çok az….Çocuğa, anaokuluna başlayana kadar neredeyse pamuklara sarıp birşeyler anlatıyoruz dilimiz döndüğünce…Eğitim hayatına bir başlıyor!!!!..Hayatın acı gerçekleri ile yüz yüze geliyor…O zaman bizler kademeli olarak okula başlayana kadar küçük küçük gaddar anne olmalıyız ki bu çocuk afallamasın…Ben konudan biraz saptığımın farkındayım ama bahsettiğim konular da az da olsa bahsettiğiniz konu ile alakalı konular diye düşünüyorum…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir