Her şey o gün bir başka yazıyı yazmak için kütüphanede çalışırken başladı. Waldorf eğitim sistemi hakkında biraz bilgilenmek için seçtiğim bir kitabı okuyordum.
Neyse. Gayet neşeli, mutlu okurken, konu ev ortamına geldi. Yazar bir soru sordu bana. Kısaca özetlemek gerekirse. ‘Ev ortamınız nasıl? Evinize baktığınızda yaşamınız ile ilgili ne görüyorsunuz? Bunun cevabı önemli, çünkü çocuğunuz da onu görüyor ve öğreniyor. Çok mu dağınık (kaotik), çok mu toplu (kontrollü) vs vs.’ Özellikle de günümüzün hızlı yaşamında ‘yuva’ konusuna giderek daha az önem verdiğimizi de vurguluyor. Merak içinde kütüphaneden çıktım. Sabırsızlanıyordum. Bizim evimiz bir çocuk gözüyle nasıldı acaba? Ne gibi bir yaşam felsefesini yansıtıyordu. Tramvayın camından akan sokakları izlerken, daha önceki yuvalarımı düşündüm.

Ankara’daki evim
Aile ocağından ayrıldıktan sonra iki ayrı evde yalnız yaşadım. İlki Ankara’da, sonraki İstanbul’daydı. Otuz yaşına yaklaşırken anne yuvasında rahat olsam da artık kendi evimde yaşamam gerektiğine karar vermiş ve şans eseri de şipşirin bir ev kiralamıştım. ODTÜ ormanlarının kıyısında ve çoğunlukla öğretim görevlilerinin ya da mezunların oturduğu bir sitede, bahçeli küçük bir evdi bu. İçinin çoğunu ailemin ihtiyaç duymadığı eski mobilyalardan ve perdelerden döşedim. Bana türlü türlü güzellikler yaşatan bu yuvamı asla unutamam. İş dönüşü bahçede yalın ayak otururken, rüzgarın kavak dallarıyla yaptığı müzik eşliğinde yaşadığım o huzur öyle derindi ki, genlerime işlemiştir eminim.
İstanbul’da sonraki evim de bana güzel bir yuva olmuştu. Bir apartmanın en üst katından bambaşka bir manzaraya bakıyordu. Etilerin arka mahallerindeki gecekondulara ve Maslak’ın gökdelenlerine yani İstanbul’un bir gerçeğine. O daireyi sevsem de, kapıyı açtığımda leylak ağaçlarının, toprak kokusunun ve çevremdeki evlere sinmiş bohemliğin, özensiz güzelliğin beni karşıladığı önceki evimin yerini tam tutamadı benim için Etiler civarının göz okşayan ancak şekiller üzerinde bazen gereğinden çok çaba harcanmış dünyası.

İstanbul’daki evimin manzarası
Bunları düşüne düşüne evimize geldim. Kapıyı açtığımda oğlan tam gaz oyun odasından koşarak geldi. Baba ise arkasından biraz daha az bir enerjiyle. Belli ki bıdık o gün yine formundaymış, babayı peşinden koşturmuş. Hemen oğlanı kucakladım, bir yandan bana gününü anlattığı atmasyon dilinde onunla sohbet ederken, bir yandan da odaları gezmeye başladım. Hiç düşünmeden, sadece izlenim edinmeye çalıştım. Aslında çok çaba göstermeye de gerek yoktu, çünkü bizim evin durumu gayet açıktı. Evimizde bir yerleşmemişlik hissi vardı. Bir gün gidecek gibi. Aslında hiçbir zaman tam da yerleşmeye çabalamamıştık zaten. Son yıllarda eşim de ben de iş nedeniyle taşınmayı ve seyahat etmeyi kanıksamıştık. Ayrıca ikimizin bir araya getirdiği eşyaların bir uyum yakalaması için çaba gösterilmesi gerekiyordu. Bizim ise hep başka önceliklerimiz vardı. Evde eşyalarımız varken de sırf tasarım olsun diye yeni mobilya almak ikimize de tersdi. Öylece tıkanıp kalmıştık. Aslında boşvermiş ve durumla yetinmiştik. Peki bundan oğlumuza neydi?
Bir fikir aklıma geldi ve bunu eşimle de paylaştım. O da içtenlikle katıldı. Biz göçebe olsak da, evimiz yerleşik olacaktı. Oğlumuzun ileride sevgiyle hatırlayacağı kendine özgü sıcacık bir yuva. Sonra bunun, daha öncesinde tek başına yaşadığımız hayatlarımızı uyumlu bir şekilde biraraya getirmenin ve içine çocuğumuzu da katmanın önemli aşamalarından biri olduğunu gördük. Böylece evimiz benim, artı senin, artı çocuğun eşyaları olmaktan çıkıp, yuvamız olma sürecine girdi.
Bir takım kriterler de belirledik bunun için. Mümkün olan en az eşya değişimiyle olacaktı yani eşyalar sadece kullanılmaz hale geldikleri için değişecekti. Yerlerine koyduklarımız bizim oğlanın isterse ileride kendi evinde kullanabileceği şekilde evladiyelik olacaktı. Evimizden çıkan atıkların dönüştürülmesine çabalayacaktık. Kullanmadığımız eşyaları, kullanmak isteyenlere hediye edecektik.

Münih’teki evimizin girişinde Mebrure Teyzemin sandalyesi.
Uygulamadaki en çok sorun da bu evladiyelik kısımda çıktı. Önce ‘Neden böyle bir şey gerekiyor ki? İleride isterse dilediği gibi döşer evini.’ dedi eşim. Sonra ona doksan dokuz yılında kaybettiğim büyük teyzemden hatıra kalan, sadece eskimiş yüzlerini değiştirdiğim veya cilalattığım, kocamın çok sevdiği ve misafirlerimizin de çok beğendiği seksen yaşındaki mobilyaları hatırlattım. O zaman tartışma bitti. Seksen yıldır kullanılmalarına rağmen o mobilyalar hala yepyeni duruyorlar. Zamanın sunta, modası geçtikçe kıyafet değiştirir gibi değiştirilen mobilyalarını düşününce, Mebrure teyzemin ve koltuklarının ustasının değerleriyle çağımızın Ikea kültürü değerlerinin çok farklı olduğunu görmemek mümkün değildi. Özellikle de oğlumu bir gün babasının yanına sıkışmış ve minik ayakları havada o koltukta otururken gördüğümde derinden anladım yapanların da işte bunu istendiklerini. Oğlumu hiç görmemiş usta ve Mebrure Teyzem bir gün zamanın geleceğini biliyorlardı ve bu güzelliği hayattayken göremeyecek olmaları da önemli değildi onlar için değerli bir şey yaratmaya ya da saklamaya.
Ben de ilk öyle oturmuştum onlara; ayaklarım havada. İlkokuldayken, sıklıkla okul çıkışları bize çok yakın oturan Mebrure Teyzem’e yürürdüm. O da bana gerçek meyve sularından yaptığı muhteşem peltelerinden ikram eder ve şimdi unuttuğum içinde ‘lalaların’ olduğu masallar anlatırdı. O zamanlar şehirler, çocukların sokaklarında tek başına yürüyemeyeceği kadar tekinsiz yerler değildi.
Neyse konudan çok sapmak istemem. Ama belki de asıl konu budur, yani dünyanın değişim hızı. Yeninin daima eskiden daha iyi olduğu şeklindeki günümüzün artık neredeyse hiç sorgulanmayan inancı. Oysa eski koltuklar, salonumda onca zamana rağmen modern şeylerin arasında tüm hoşluğuyla duruyor. Öte yandan, geçen gün daha beş yıl önce alınmış bir dolabın basit bir sebepten yüzey kaplaması çıkıverdi. Bize yenisini almanın tamir etmeye çalışmaktan daha kolay olduğunu söylediler. Ustası pardon tasarımcısı bunu tasarlarken veya üretimcisi imal ederken ne düşünüyordu acaba: ‘Nasıl olsa beş seneye kalmaz modası geçer ve değiştirilir’ mi?.

Münih’teki evimizin girişinde Mebrure Teyzemin sandalyesi.
Ben her şeyi geçtim, hızla değişen mobilyalarla ve daha birçok şeyle unutulan ve dahası suntalaşan, üzeri kaplanan hikayelerimize, yaşanmışlıklarımıza ne olacak. Bunu samimiyetle soruyorum. Bir cevabım yok. Yazarken boğazıma bir düğüm takıldı. Acaba çok şey için geç olabilir mi? Defalarca anlatmasını istediğim o masalı hatırlayamıyorum ve Mebrure Teyzem de yaşamıyor artık. Bir tek ‘lala’sı kaldı aklımda ve bir de bana yaşattığı çocukluğa ait o tatlı gamsızlık duygusu. Kim bilir belki de o zamanlardan yok olmayan bir şeyler hala o koltuklarda kaldı ve oğlumun üzerlerinde oturmayı sevmesi de bu nedenledir.
Aslında bu yazı evi nasıl döşediğimiz hakkında daha teknik ayrıntıları paylaşmak içindi, ama anlatmak için ihtiyaç duyduğum gerçek detayı asıl şimdi yakaladığımı hissediyorum. Anladım ki yuva denen yerlerin; artık içlerine yerleşmiş, bakınca kendini hissettiren ve anlatmaya doyulmayan sıcacık hikayeleri vardı.