Bir Koltuk Hikayesi – II

Fotoğraf arkadaşım Heather Kelly’e ait.

Burası benim son üç yıldır okuduğum okul. İngiltere’de Londra’ya yaklaşık yarım saat mesafede Berkhamsted’de yer alıyor. Okul aynı zamanda içerisinde bulunduğu tarihi Ashridge Binasının da ismini taşıyor. Bahsettiğim bina çok güzel korunmuş ve oldukça da mistik bir görünüşe sahip. Öyle ki Harry Potter filminin çekiminde kullanmak için ilk bu binaya teklif götürmüşler, fakat yönetim tarafından kabul edilmemiş. Neden film için istediklerini ilk akşam restoranı ararken dışarıda karanlıkta yolumu kaybedince anladım. Sonbahar rüzgarının yarattığı gölge oyunları ve hışırtılar, uğuldayan baykuş sesleri ve dolunay kalbimin atışını ve adımlarımı oldukça hızlandırmıştı. Zaman zaman aynı ürpertiyi okulun yürü yürü bir türlü bitmeyen bazı koridorlarında da yaşamadım değil.

Fotoğraf arkadaşım Ben Wielgus’a ait.

İngiltere’de ve okulda geçirdiğim zaman bana artık efsaneleşmiş İngiliz edebiyatının ve kültürünün nasıl oluştuğunu ve yaşatıldığının ipuçlarını da verdi. Her ne kadar sanatın evrensel olduğu iddia edilse de, kullanılan simgelerin ortaya çıkış süreçlerinin yani yaşanmış tarihin farklı olduğunun ve bazı kültürlerin dünyada evresel olarak adlandırdığımız kültürün önemli bir kısmını şekillendirmiş olduğunun da farkına vardım. Mesela Avrupa’nın insanlarında ve kültüründe hiç de azımsanmayacak bir etki yaratmış olan orta çağdaki cadı avı dönemi ve beraberinde onbinlerce -çoğu kadın- insanın cadılık ve büyücülükle suçlanarak diri diri yakılması veya akıl almayan işkencelerden geçmesi buna bir örnek verilebilir. Dünyaca ünlü Almanya kökenli Grimm masallarında da –Hansel ve Gretel, Uyuyan Güzel vb- sürekli geçen cadı karakterinde de artık bilinçaltına yerleşmiş bu korkunun izlerini görmek mümkün. Bu açıdan İngiliz yazar J. K. Rowling için de, Harry Potter serisinde, yetiştiği coğrafyada artık kaybolmaya yüz tutmuş ve doğayla iç içe yaşayan çok tanrılı eski Kelt kültürüne ait birçok simgeyi saklı tutulan kolektif bilinçaltından çıkarmış ve bugünün dünyasına ustalıkla taşımış da denebilir.

Türkçe’de benzer bir denemeyi –romanın yazılış tarzını biraz didaktik bulsam da- Buket Uzuner’in Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Su kitabında gördüm. Mutlaka okunması gereken bir kitap. Anadolu’nun derinlerine işlemiş kaman (şaman) kültürüne yönelik kapsamlı bir araştırmanın ürünü ve doğayla olan ilişkimizin nereden nereye geldiğini görmek, yani kendimizi anlamamız açısından bence önemli. Özellikle de son dönemde sadece Osmanlı veya İslamiyet sonrasının ya da Kurtuluş Savaşı ve Modernleşme sürecinin tarihimiz olarak sunulduğu bizlere.

İngiltere’nin güneyi- Cornwall – oğlum ve ben

Harry Potter örneğinden devam edersek; bambaşka bir doğadan geliyor Harry Potter. İngiltere’de olduğum sürelerde doğasını bol bol gözlemleme şansım oldu. Sürekli havanın değiştiği ve sık sık yağmur yağan, mesela İç Anadolu’dan, Akdeniz’den, Doğu Anadolu’dan ve yakın olmasına nazaran şu an yaşadığım Almanya’dan çok farklı tecrübeler yaşatan bir doğa. Doğa ve iklim önemli, çünkü insanın yaşayışına, kültürüne ve sonuçta edebiyatına çok etki ediyor. Kısaca özetlemem gerekirse, Harry Potter’ın hikayesinden çok ama çok hoşlansam da, içinden birçok çıkarım yapsam da ben o kültüre ait değildim. Bunu bilmek, bunun farkında olmak ve –mış gibi davranmamak benim için önemliydi. Bu farkındalık, oradaki çalışmalarımda gerçek bir katkı yapmamı sağladı. Ama bu söylediklerimin hiçbiri Harry Potter’ın ya da Yüzüklerin Efendisi’nin kendi kategorilerinde çok yönlü, yoğun araştırmalara dayalı ve dünya çapında bir başarıyı hakketmiş eserler olması gerçeğini değiştirmez, onları okumaktan ve izlemekten aldığım zevki de. Benim sorunum kendimize, onların yanında kendimize ait, bizden ne sunabildiğimiz. Benim bizden kastettiğim -ya da kendimden diyeyim- sadece Osmanlı, Türk ya da İslamiyete ait geçmişimiz kesinlikle değil, bugün Göbekli Tepe’nin de ortaya çıkmasıyla Anadolu’da daha da derinleşen içerisinde Şamanizm ve çoktanrılığın da olduğu geçmişimizdir. Adnan Binyazar’ın dün okumaya başladığım ‘Halk Anlatıları’ kitabının önsözünde şöyle diyor;

‘…Anlatı, toplumun söylem gücünün ürünüdür. Toplumu oluşturan her kesimin emeği vardır bunda. Anlatının bu toplumsal boyutu bilinir, dilin gelişimi bu yolla olursa, o toplumun bireyleri, evrensel dünyaya açılabilecek eserler yaratma yetkinliğini de gösterirler. Toplumlar arası dilsel ve düşünsel kaynaşma aracı bu birikimlerdir. Ancak geleneksel anlatılarını kurmuş halklar arasında evrensel anlaşmanın doğabileceği de gerçektir. O halkların bireylerini birbirine kaynaştıran duygu sargınlığı da bunun sonucu sayılmalıdır. Dünya artık sanat üretiminin bir imece olduğunu algılamak zorundadır. Medya araçlarının sağladığı hız, dünya insanlarını neredeyse bir evin bireylerine dönüştürdü.

Toplumlar bu imeceye katılmalarını sağlayacak üretimde bulunamazlarsa, öbür halkların ürettiklerinden beslenirler. Egemeni kendileri belirlemedikleri için, onlar ne verirlerse onunla yetinmek zorundadırlar...’ (s.19)

Ayrıca şunu da diyor ‘… Ama çocukluğumuzun geniş, uzun sokaklarını, görkemli konutlarını getirin gözlerinizin önüne. Sonradan bunların nasıl darlaştıklarına, sıradanlaştıklarına tanık olursunuz; işte özümsemeden, çağdaş bir yoruma ulaşmadan, sanatsal yaratıda yalnızca geleneklere bel bağlamak bu yönden tehlikeli…’ (s. 16)

Kısaca geldiğimiz coğrafyaya ait masallarımızı, destanlarımızı, Kırmızı Başlıklı Kız, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi kadar bilmeye ve onları yeniden, tekrar tekrar anlatmaya ihtiyacımız var. Hepimizin bir Yaşar Kemal olma potansiyeli yok belki, ama nereden geldiğimizi bilmek dünyamız zenginleştirecek, renklendirecek ve beraberinde içinde yaşadığımız dünyayı da daha zenginleştirebileceğiz.

Tabii bir de bunu artık neredeyse her şeye işlemiş oryantalist bakış açısından arınarak nasıl yapacağımız var ki, işte en önemli ve en zor konu da bu bence. Kültürümüzü ya batı gözlüğü takarak ya da onun diğer yüzü olan batı karşıtlığıyla anlatıyoruz birbirimize. Maalesef birçok okur, yazar, gazeteci, bilim insanı, sanatçı, siyasetçi bu labirentte kaybolmuş durumdayız.

Şimdilik benden bu kadar. Okumaya, yaşamaya ve gözlemlemeye devam…

NOT: 07.02.2018; Bu güncellemeyi uzun süredir yapmayı planlıyorudum. Yukarıdaki yazıyı yazdıktan sonra -o zaman planda olmayan bir kararla- 2014’de Türkiye’ye, doğup büyüdüğüm Ankara’ya geri döndük. Bu dönemden sonra Ankara’yı birçok boyutta daha derinden anlamak, tanımak için araştırmalara ve çalışmalara başladım. Ankara’nın MÖ3. yy’da Galatlar yani Keltler tarafından Roma dönemine kadar yurt edinildiğini, hatta Ankara Kalesi’ni de bir dönem kendilerine yerleşke olarak kullandıklarını öğrenmem geç olmadı. Tüm bunlar bu yazıda bahsettiğim tarihimizi bilmiyor olduğumuzu bir kez daha ispatladı bana. Ve sonuç olarak Keltler geçmişte doğup büyüdüğüm Ankara’nın da bir parçasıydılar ve dolayısıyla da Harry Potter’a uzaktan akraba çıkmış oldum:) 

Bir önceki yazı için: Bir Koltuk Hikayesi I