Bir Yol

Bloğu başından beri takip eden bir okuyucum, bundan iki önceki yazımda, yaşamımdan daha fazla pratik örnekler vermemi arzu ettiğini söyledi. İsteğini elimden geldiğince cevaplamaya çalışacağım.

Ben ne için çalışıyorum? Son iki yılda yaptığım araştırmalar doğrultusunda, önce kendimde ve zamanla da benzer kültürel geçmişi veya coğrafyayı paylaşan birçok insanda gözlemlediğim bölünmeyi (bazen de kendine yabancılaşmayı) biraz olsun şifalandırmak için çalışıyorum. (Bu arada sürekli ‘ben’ sözünü duyacaksınız, bunun için özür dilerim. Siz diye hitap etmek isterdim ama bu deneyimlerin hepsi öznel, bir yanda da eminim benzer çelişkileri taşıyan çok kişinin içinde yankı bulacaktır.)

Münih’e taşınmadan önceki son işim hariç, uzun sure, Avrupa’ya, çoğunlukla da Almanya’ya sık sık seyahat etmemi gerektiren projelerde çalıştım. Çok keyif almışımdır o çalışmalardan. Gerçi zaman zaman kültürel önyargılardan kaynaklanan bazı olumsuz şeyler kendini gösteriyordu, ama kısa süreli seyahatler olduğu için bunları pek önemsemezdim. Tabii birçok kişi gibi benim de kafamda batı en gelişmiş medeniyet olarak yerini almaktaydı. Sanırım o zamanlar biraz da modernlik eşittir gelişmişlikti benim için. İnsanlar sırada saygıyla bekliyorlar, o zaman gelişmişler. Her şey tıkır tıkır sistematik bir şekilde işliyor, demek ki gelişmişler. Teknoloji çok ileri, demek ki gelişmişler. Moda, sanat, bilim ileri, demek ki gelişmişler. Fakat Almanya’da yaşamaya başladıktan sonra bu gelişmiş batı rüyasından uyanmam uzun sürmedi. Biraz hayal kırıklıklarıyla dolu bir uyanış oldu.

Burada yaşamaktan ve İngiltere’de sürdürülebilirlik konusunda öğrenci olmaktan çok şey öğrendim, evet. Özellikle de, içinde yetiştikleri ve daima üstün olduğu kabul edile gelmiş batı anlayışını derinlemesine eleştirme cesaretine ve insan sevgisine sahip İngiliz hocalarımdan. Dünya’da ve jeopolitik konumu nedeniyle maalesef Türkiye’de en üst noktalara çıkmış doğu-batı ayrışmasını yaratan paradigmaların temellerini ilk fark etmeye başlamam okulun ikinci gününde, Peter Reason’ın Dünya Görüşleri üzerine yaptığı sunum sırasında gerçekleşti. Benim açımdan çarpıcı bir sunumdu. Reason özetle şunun altını çiziyordu. Batının zannettiği ve empoze ettiği gibi tek bir ‘doğru’ dünya görüşü yoktur, aksine dünya görüşleri vardır. Bu dünya görüşleri farklı evrimsel düzeylere sahiptir ve batı görüşü sanıldığı kadar üst seviyede bir evrime sahip değildir. (Peter Reason sürdürülebilirlik ve eylem araştırması konusunda önde gelen kişilerden biri. Şu sıralar bir yolculuğa çıkıyor. Onunla ilgili notlarını dilerseniz buradan okuyabilirsiniz.)

Reason konuşması sırasından doğal olarak sürekli ‘biz batılılar’ diyordu dinleyici grubunu kastederek. Biz batılılar, aydınlanma sonrası, endüstrileşme sonrası, akıl çağı, ikinci dünya savaşı vs vs. Oysa bu söylediklerinin hiçbirisi bana uymuyordu. Ben ve atalarım bunları yaşamamıştı. Ama batılı değilim de diyemezdim, çünkü ben dışında herkesin tamamen batılı tanımlanan ülkelerden geldiği grubun içinde görüntü ve davranış olarak ayırt edilemez haldeydim. Sonunda artık dayanamadım, Reason’a şu soruyu sordum. “Biz dediğiniz kim? Görüyorum ki ben o tanımlamanın içine girmiyorum.” Bu aslında kendime sorduğum bir soruydu, çünkü derinlere yerleşmiş, sorgusuz sualsiz kabul eğittiğim o inancın yanlışlığı çarpmıştı suratıma. Kendimi batılı ‘zannetsem’ de aslında ne tarihsel, ne de kültürel geçmiş olarak batılı değildim. (Ve olmak zorunda da değildim. Bunu kavramam zamanla ve çalışmalarım ilerledikçe gerçekleşti.) Bir diğer gerçek, ben doğulu da değildim. Ya da ben hem biraz batılı, hem biraz doğuluydum. Peki ben kimdim? Dünyadaki bu kutuplaşmanın, ayrışmanın ötesine geçebilen, onları aşabilen daha bütüncül bir gerçeği kendim için nasıl yaratabilecektim?

Eylem araştırmalarım sırasında, batıdan öğrenmek için gelen ben, bazı açılardan ondan daha fazla evrimleşmiş ve derin bir kültürden geldiğimi keşfetme şaşkınlığını da yaşadım. Tabii ki yine aşırı batılılaşmış ben, bahsettiğim o kültürün özelliklerini artık pek taşımaz olmuş ve hatta taşımamayı yani bireyci, akılcı, rekabetçi ve maskülen olmayı gelişmişlik ölçütü olarak kabul eder olmuştum. Bununla beraber, benim ve benim gibilerin artık hiç sorgulamaz olduğu küreselleşme rüzgarında bilinçsizce yitip gitmemizden dolayı, o kültürün her geçen gün biraz daha kaybolduğunu fark etmekle biraz da panik duygusu oluştu içimde. Laik-muhafazakar tartışmasının çok daha ötesinde bir şeydi bu. Gerçekten büyük resmi görmek için dikkatlice bakan herhangi biri, birbirine zıtmış gibi görünen her iki tarafın da materyalistleşmiş ve köklerine yabancılaşmış olduğunu görecektir çünkü. Buna bir örnek Nilüfer Göle. Okuyucularından karışık tepkiler alan yazılarını, tezimi teslim ettikten sonra okudum. Kendi araştırmamda da gözlemlemiş olduğum bir fikrine katılıyorum. Türkiye’nin en büyük kültürel sorunlarından biri bana göre de geleneksizleşme ve köksüzleşme olarak görünüyor. Nilüfer Göle buna, batı-dışı moderleşme biçimleri olarak kavramlaştırdığı kültürlerin en temel sorunlarından biri olarak değiniyor. Türban takan, kendini muhafazakar olarak tanımlayanından, laik kesime kadar benimsenen değerler ve semboller, binlerce yıllık dönüşüm sonucu oluşmuş Anadolu kültür, gelenek ve değeriyle bir devamlılık taşımıyor artık. Böyle giderse, uzak bir gelecekte değil bir sonraki kuşakta bugün garanti saydığımız ve hep övündüğümüz o derin kültür kaybolmuş bile olabilir. Peki o kültür ve değerler nedir ve nasıl yaşatılır diye sorulabilir? İşte ben de bunu sordum ve soruyorum kendime.

Eğer özüme dost kalmak ve hayatta yere sağlam basmak istiyorsam, buna doğruluğu, paylaşmayı, hoşgörüyü ilke edinen, şekillerin faniliğini bilen, doğada ve her şeyde birliği gören, insanını içten bir şefkatle, sevgiyle büyüten ve maalesef gün geçtikçe kaybolan kültürümün üzerimdeki emeğine şükran duymakla başlayabilirdim. Çünkü onu ancak, layık olduğu değeri vererek yaşatabilir ve çocuğuma aktabilirim. Kendi özgün yaşantımı, batıya ya da doğuya benzemeye çalışmayı bırakıp, yabancılaştığımı fark ettiğim öz kültürümü tekrar keşfederek ve onu bugünüme adapte ederek oluşturabileceğimi görmem de çok uzun sürmedi. Bu yolculuğa ilk anneliğimle başlamak istedim. O özlediğim, sahip çıkmak istediğim değerlere anneliğimde yer vermeye çalıştım. Anadolu kadını kimdir, modern hayatta nasıl yaşar, değerlerini nasıl yansıtır, yaşatır bunu sorguladım kendim için. Meğerse bir kültür ta ana karnından başlıyormuş. Bu bahsettiğim keşif sürecim zaman zaman çevresini de besledi, büyüttü, birleştirdi ve sadece kendi kültürümden değil başka kültürlerden gelen kişilere de ilham oldu. İşte o zaman anladım doğru yolda olduğumu ve devam etmem gerektiğini.

Mesela çocuğuma kendim bakmak, aynı zamanda çalışmaya da devam etmek istediğimde (ki şimdi artık çocuğuma bakmayı da işimin bir parçası olarak görüyorum) ve bu nasıl olacak diye sorduğumda, Anadolu’da tarlada sırtında çocukla çalışan kadından ilham aldım. Oğlum üzerimde taşıyabileceğim her yere taşıdım, gerektiğinde derslere öyle girdim ya da o kucağımda uyurken çalıştım. Yaptığım işleri bazen yaratıcılığımı da kullanarak bebeğimle yapacak hale getirdim. Tabii ki zaman zaman bu mümkün olmadı ve bazı işlerden vazgeçmem gerekti. Bu sefer de onunla olan zamanı kendime bir öğrenme fırsatı haline getirdim ve araştırmamı o yaşantılar içinde yaptım. Mesela oğlumun doğayı tecrübe edişinden esinlendim. Onunla sezgisel bir iletişim kurmaya çalışarak sezgilerimin gücünü arttırmaya çalıştım. Kısaca hem benim hem onun gelişimine katkı sağlayacak, hem beni hem onu büyütecek bir yol hemen hemen her zaman bulabildim. Başarı tanımlamamı yeniden çerçevelendirdim. Başarılı olmayı anlamlı bir yaşama sahip olmakla eş tutmaya başladım. Sonuçta, çocuğunu ya evde bırak çık ya da onunla evde otur diyen baskın kültür içinde, çocuğuma ve kendime beraber mutlu yaşayabileceğimiz, büyüyebileceğimiz bir yer açtım. İki yaşına yaklaşıyor. Böyle yaşamak kolay değil. Her şey daima kolay olmak zorunda da değil zaten. İçimde saklı, binlerce yılın bilgeliğini taşıyan Anadolu kadınından bu ve benzeri başka ne çok şey öğrendim.

Bugünlerde benzer şekillerde davranan birçok eğitimli kişinin genel kanının aksine iş gücünün dışına çıkıp ‘kaybeden’ değil, zamanla kendi doğalarıyla daha uyumlu işler kuran kişiler haline geldiğini gözlemeye de başladım. Dilerim dalga dalga artan bu sevgi dolu işverenler, insanın insan gibi yaşanabilen iş yerleri oluşmasında da öncü olurlar.