
Geçen Cumartesi kocamla eski Ankara Kale’sinin yokuşlu yollarında yürüyorduk. Bu sefer gezmek için değil, sevdiğim bir dükkândan perdelik kumaş almak için.
Bahsettiğim bu kumaşçının içinde olduğu eski evin tahta gıcırtılarıyla dolu basamaklarını çıkarken, her seferinde bambaşka bir zamanda olduğumu hissediyorum. İkram edilen akide şekerlerini seviyorum. Kumaş konusundan henüz pek anlamayan benim, baskı yapma ve dikiş dikme çabama saygı duyup uzun uzun yardımcı olmalarını seviyorum. Yıllardır annem alışveriş yaptığı için isimlerimizi ve düğünümüzde dağıttığımız şeyler gibi hikâyelerimizi bilmelerini, hatırlamalarını seviyorum. Yine benim için çok keyifliydi orada geçen süre.
Alışverişimizi bitirdikten sonra karnımızın acıktığını hissettik. Bir şeyler atıştırmak için bir yerler bakınmaya başlamıştık ki; eski bir eve ait koridorun açıldığı bir avluda gül desenli örtülerle kaplı ahşap masalar dikkatimizi çekti. Dışarısı insan doluyken avluda kimsecikler yoktu. Kalabalıktan bunalan kocam ‘Hadi buraya oturalım.’ dedi.
Oturur oturmaz Dünya sessizleşti birden. Söylediklerimizi duyurmak için sesli konuşma ihtiyacımız kalmadı, boğazımızdaki kasların gevşediğini hissettik. Gözleme ve ayranlarımızı söyledik ve sohbete başladık. Sonra nasıl oldu bilmiyorum ama sanki içinde olduğumuz avlu da bu sohbete katıldı. Meğer o küçücük avlunun bize anlatacağı ne çok şey varmış.
Mesela arkadaki hafif testere, zımpara ve çekiç sesleri dikkatimizi çekti, gözlemecinin derinden gelen Zeki Müren şarkısının yanında. Kimlerin çalıştığını göremesek de, ne yaptıklarını gördük: Ağaç gibi dalları olan bir kitaplık. Çok güzel duruyordu ve onların çalışırken kısık bir şekilde jazz dinlediklerini fark ettik. Sonra iki kişi ellerinde eski bir sandık avluyu geçerek diğer taraftaki antika dükkânına sessiz sessiz yol aldı. Bir kedi geldi, gözlerimizin içine uzun uzun baktı ve bizimle biraz gözleme yiyip gitti… ve birden hayatın anlamı hakkında konuşurken bulduk kendimizi.
Hesabı ödeyip çıktığımızda dışarıdaki karmaşa aynıydı. Biz o karmaşada arabamızı bulmak zorundaydık ama içimizde bir şey değişmişti, dinginleşmişti. Akşam kocam ilk defa blog için bir istekte bulundu. ‘Avluyu yaz ve yaşamlarımızdaki gerçeklerle başa çıkmak için kısa dönemli de olsa böylesine ‘zaman’sız bir avluda bulunma ihtiyacımızı’
Kocamın dileğini yerine getirdim ve avluyu yazdım size. Oranın enerjisini ne kadar aktarabildim bilmiyorum, zira bugünlerde konuşurken, yazarken kelimeleri seçmekte zorlandığımı hissediyorum. Bazı kelimeler öyle yozlaştırıldı ve içleri boşaltıldı ki: Demokrasi, adalet, ahlak… İçten içe birçok insan gibi bu duruma kızgınlık duyuyorum ve bunu da kimseye, özellikle de sevdiklerime yansıtmak istemiyorum. Onlar da benzer haldeler. Birçok kimsede, görünen gerçeklerin ve onları açıklamak için söylenenlerin birbiriyle tutarsızlığı karşısında yaşanan bir şaşkınlık var. Bu büyük tutarsızlık öyle canımı sıkıyor ki, bazen söylenenlerin gerçek olduğuna inanmayı isterken yakalıyorum kendimi. O zaman da aklıma Nasrettin Hoca’nın şu hikâyesindeki köylü geliyor:
Nasrettin Hoca’nın kapısını bir gün bir köylü çalar ve eşeğini bir iki saatliğine bir taşıma işi için ödünç almak ister. Nasrettin Hoca pek gönülsüz olur bu işe ve eşeği vermek istemez. Bir bahane uydurur hemen: ‘Eşek evde yok, başkasına verdim.’ der. Fakat o sırada Hocanın beklemediği bir şey oluverir. Eşek ahırdan avaz avaz bağırır: ‘Aiiii, Aiiii!’ Köylü şaşırır bu duruma ve sorar: ‘Hoca hani evde yoktu eşek?’ Yalanı ortaya çıkan Nasrettin Hoca sinirlenir. ‘Bak hele terbiyesize, sen benim sözüme mi yoksa bir eşeğin sözüne mi inanacaksın?’
Köylü ne demiştir, ne yapmıştır bundan sonrasında, bunu düşünmek bize kalmış. Ama eminim bir an şimdi toplumumuzun olduğu gibi afallamış ve ne diyeceğini bilememiştir. Böyle bir durumda ne yapılır? Bu kesinlikle gerçeklerden kaçmak olmamalı. Ama gerçeğin ne olduğunu yaratılmış bunca karmaşa içinde nasıl ayırt eder insan? Sanırım bunun yollarından biri; bahsettiğim tarzda bir avluda kısa süre de olsa oturarak veya kendi içinde öyle bir avlu yaratarak, şimdilerde tersyüz edilmeye çalışılan o evrensel değerlerle tekrar tekrar temas kurmak olmalı.
