Alışveriş merkezlerinde gezmeye olan tahammülsüzlüğümü tarif etmem çok zor. Bu duyguyu yaşama sebeplerim de say say bitmez. Sadece bir iki saat içinde binlerce volt elektrik yüklenmek, satış görevlilerinin çoğunun hem hak verdiğim (çünkü o ortamda, gün ışığı görmeden, onca saat, o maaşa ben de çalışsaydım muhtemelen aynı şekilde olurdum) fakat katlanmakta güçlük çektiğim mutsuz davranışları, alıp-satılan çoğu gereksiz ya da gerekenden fazla şeyi gördükçe vahşi kapitalizmin birgün doğa dostu bir düzene yerini bırakacağına olan inancımın azalması, bir mağazaya ulaşabilmek için yüzlerce metre yol yürüterek başka alışverişler de yapmam için tasarlanmış sıkıcı mimari planlar, açık havada oynaması gereken çocukların şimdinin ve geleceğin makbul tüketicileri olmaları için düzenlenen görüntüde eğlenceli ama gerçek yaratıcılıktan yoksun bir sürü aktivite… Kısaca oralara ne kadar az gitmek zorunda kalırsam ruhsal sağlığım ve yaşam kalitem açısından o kadar iyi oluyor.
Tabii ki her sorun gibi bu da çözümü içinde barındırarak geldi. Bu sıkıntıma biraz olsun şifa olacağını düşünerek kendi kendime uğraşa uğraşa sonunda dikiş dikmeyi öğrendim. İlk perdelerle başlamıştım ama sonrakileri görünce onları artık dikişten saymıyorum. Perdelerin dikişi değil baskısı çok emek istiyor. Şimdilik bir pantolon, bir tulum dışında, bir kitap çantasını başarıyla dikebildim.
Her fırsatta kitap okumayı ve notlar almayı sevdiğim için kitabımı-defterimi çoğu zaman yanımda taşırım, bir yandan da çantamdaki kitapların ve defterlerin bu süreçte yıpranmasına üzülürüm. Bu sıkıntıma bir çözüm getirmek için diktiğim kitap çantasının (bence güzel:-) tasarımını ve baskısını da kendim yaptım. İlhamı ise baharın mavi gökyüzünden, evimizin karşısında olağanüstü coşkusuyla açmış leylak ağacından ve Anadolu’nun kilim desenlerinden aldım. İçine ayrıca kalemimi ve küçük not defterimi koymak için ihtiyaç duyduğum bir cep de diktim. En son da kenarına, bloğun bana birçok şey için ilham olan isminin yazdığı bir etiket ekledim.
Dikiş dikebilmenin ve baskı yapabilmenin en sevdiğim yanı, kitap çantamın sonuçta tam istediğim ve ihtiyaç duyduğum gibi olması oldu. Ayrıca öncesinde gereken malzemeleri almak için sevdiğim bir yer olan Samanpazarı’nın sokaklarında dolaştım, kahvelerinde bir şeyler yedim, hayal kurdum, artık tanıdık hale gelmiş kumaş dükkanlarında çay içtim ve yeni dükkan sahipleriyle tanıştım, dikişle ilgili tavsiyeler dinledim.
Sonunda gerçekten bir şeyler dikebildiğimi hayretle görünce de daha önce neden hiç denememiş olduğumu sordum kendime. Özet bir cevap olarak, aylar önce Münih’teyken annemle yaptığımız bir telefon konuşması aklıma geldi. Konuşma şöyleydi:
‘Anne ben bir dikiş makinesi aldım.’
Sessizlik….
Annem; ‘Neden?’
‘Dikiş dikmek için.’
Yine sessizlik…
‘Ama artık her şeyin hazırı var.’
Çok başarılı bir doktor olan annemin zaman vermek istediğim şeylerde meydana gelen değişime ilişkin kaygısının yoğunluğu, sanki telefon tellerini aşıp Almanya’ya, yanıma ulaşmıştı. Bu hikayenin sonu, annemin Türkiye’ye döndüğümde eskiden saklamış olduğu kumaşları ‘yavaş yavaş dikersin’ diye hevesle paylaşmasıyla benim için mutlu bitti. Kumaşları verirken de; gençliğinde büyüklerinden nasıl dikiş dikmeyi öğrendiğini, o sırada yaptıkları sohbetlerden ne kadar zevk aldığını, o zamanlar şimdiki kadar çok mağaza olmadığı için çoğu şeyi kendilerinin dikmeleri gerektiğini, diktikleri şeylerin şıklığını ve hem tıpta okuyup hem dikiş dikebildiğine şimdi nasıl hayret ettiğini gülümseyerek anlattı. Sonunda sesine yansıyan ufak bir hüzünle; “Şimdi bir düşündüm de, ne kadar güzelmiş o günler.’ diye iç geçirdi.
Sanırım annemin o günlerden ne kasttetmiş olabileceğini biraz olsun anlayabildim. Bazen yapmadan anlayamaz insan.