Yeşil Çimenler

DSC01311 (2)

Eve döndük. Güzel bir yolculuktu. Bu yolculuk sayesinde, doğup büyüdüğüm toprağa içsel olarak sonunda dokunabildiğimi, onu hissettiğimi, onun beni her zaman koşulsuz kucakladığı kadar benim de onu kucaklamaya başladığımı gördüm. Anladım ki geçmişte bunu yeterince yapmamak; duruşumu, yaratıcılığımı ve kendimi ifademi tahmin ettiğimden de fazla etkiliyormuş. Bir nebze daha özgürleştiğimi hissettim.

Aslında çok basit bir konuşmaydı bunu hissettiren ve Ege’de müşterisi bol, şirin bir şarap evinde geçti. Bu kısa sohbete, artık gelenekselleşmiş ailece dışarıda yemek yeme ritüelimiz de aralıksız eşlik etti. Bu ritüel, oğlanın bir fırsatını yakaladığında kalabalığın içine doğru olanca gücüyle koşmaya başlaması, sırası kim geldiyse o ebeveynin arkasından koşarak kendisini sağ salim geri getirmesi ve masada kalan ebeveynin de sakin sakin yemeğini yemeğe devam etmesinden oluşmakta.

Lafı çok uzatmayayım. Bir masaya oturduk ve menüyü incelemeye başladık. Tabii ki böyle boşlukları hiç kaçırmayan Bıdık sandalyesinden atlayarak yüz metre engelli koşusuna başladı. Beyimle göz göze geldik. O ilk kendisinin koşacağını belirten bir onaylama yaptı ve oğlanın arkasından start aldı. Ben de sakince garsonun siparişlerimizi alması için beklemeye başladım. Sevimli ve hoş genç bir kadın garson geldi. Menüden seçtiklerimizi sıraladım, o da onayladı ve arkasından ‘Ne kadar süredir buradasınız?’ diye sorarak ufak bir sohbet başlattı.

‘Birkaç gündür. Daha önce de gelmiştik. Buralar çok güzel. ’

‘Nereden geliyorsunuz?’

‘Ankara’dan’

‘Aaa evet anlıyorum. Ankara’nın bozkırından sonra burası size çok iyi gelmiştir.’

Omzumu pek bir şey fark etmedi anlamında hafifçe kaldırıp ‘Ben bozkırı da seviyorum.’ dedim.

Bu son söylediğimi ne ben ne de o bekliyordu anladığım kadarıyla, ikimiz de küçük bir an duraksadık. Genç garson sohbetin sonrasını nasıl getireceğine bir an karar veremedi. Sanırım beklenen ‘Ya evet. Bunca güzellikten sonra Ankara’ya nasıl döneceğimizi bilmiyorum.’ şeklindeki ezberimizdeki cümleyi söylememiştim. Bu minik durgunluktan sonra sohbetimizi, ‘Ben pek bilmiyorum Ankara’yı, ama annem orada okumuş.’ diyerek tatlı bir gülümsemeyle sonlandırdı genç kadın ve yeni oturmuş bir başka masaya doğru yöneldi. Bense ağzımdan ‘Ben bozkırı seviyorum.’un bu kadar doğallıkla çıkmasının küçük şaşkınlığı içinde kaldım bir süre. Yıllarca İç Anadolu’nun sevilesi olmadığını çok dinlemiş, iyice bellemiştim, ama görünen o ki kalbim artık bu anlaşmaya uymuyordu.

Bahsettiğim akşamın ardından birkaç güzel gün daha geçirdikten sonra Ege’den ayrıldık. Arabayla dura kalka yaptığımız dönüş yolculuğunda, akşama doğru İç Anadolu’ya vardık. O sırada batıdan yansıyan ve arkamızda kalan güneşin sakinleşmiş ışığı, yumuşak tepeli topraklarda gölgeler yaratıyor ve bozkırın üzerinde bana hep elimi uzatsam dokunacağım kadar yakın görünen gökyüzü de sarımsı pembe haliyle bu dinginlik hissine eşlik ediyordu. Yol boyunca konuşan biz, İç Anadolu’ya girince önce durgunlaştık, sonra sustuk. Kendiliğinde oluşan bu dolu sessizliğin ayrı ayrı tadını çıkarırken, içime şükran duygusu dolduran bu manzaranın ne kadar güzel olduğunu düşünmeden edemedim. ‘Ne değişti de geçmişte bir türlü beğenemediğin İç Anadolu güzelleşti?’ diye sordum kendi kendime. ‘Sen değiştin.’ diye cevap verdi içim. Bu kurak olarak anılan toprakları ilk defa biraz olsun anlamaya başlamıştım ya da belki de artık bu topraklar beni, kendi güzelliklerini göstermeye biraz olsun layık görmüşlerdi. Bu coğrafyanın sadeliği ve bereketini azar azar sunuşu; suya, ağaca, çiçeğe, yağmura, kısaca mucizelere değer vermeyi öğretiyordu. Çetin koşulları insanı insana muhtaç kılıyor ve böylelikle dayanışmayı, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü olmazsa olmaz kılıyor, bir yandan da razı olmayı ve olduğu gibi sevmeyi öğretiyordu. Sonuçta görüş güzelleşince, görünen de gitgide güzelleşiyordu. Bunların ardından Hz. Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Yunus Emre’yi, Aşık Veysel’i düşündüm ve daha fazla haddimi aşmayayım diye hemen sustu içim.

Böyle dalıp gitmişken sessizliği kocam böldü. ‘Ne düşünüyorsun?’ diye sordu. ‘Bakıyorum da…’ dedim. ‘Onun anlamadığımızda bozkırın güzelliği bizi terketmiş; yokluğunda yerini yabani otsuz, dümdüz biçilmiş, suya doymayan yemyeşil çimen sevgisi kaplamış.’