‘Kültür’ derdi yıllar önce üniversitede bir hocam, ‘Bir onun üzerinde bir çalışan, bir de çalışmayan bin pişman.’ ve son yıllarda da çok iyi anladım ki, kültür ile doğa ayrılmaz bir bütün. Birine ne oluyorsa diğerine de aynısı oluyor.
Kimimiz yeterince farkında, kimimiz değil; Türkiye Dünya’da en zengin biyolojik çeşitliliğine sahip nadir ülkelerden biri. Bu durumda, hem biyolojik çeşitlilikleri açısından birbirinden çok farklı olan Akdeniz, İran-Turan ve Avrupa-Sibirya kesişiminde yer alması, hem de 0-5000 metre arasında çok çeşitli yükselti, farklı toprak türü, tatlı, tuzlu ve yeraltı olmak üzere çeşitli su kaynaklarına sahip olması önemli rol oynuyor. Biraz sayılarla ifade edersem; Avrupa kıtasının toplamında yaklaşık 13.000 çeşit bitki varken, onun onbeş katı küçük yüzölçüme sahip Türkiye’de bu çeşitlilik 12.000 civarında. Endemik (yani sadece belirli bölgeye özgü) bitki çeşidi Avrupa kıtasının toplamında 3000 civarında iken, bu Türkiye’de en son 3700 olarak tespit edilmiş. (Endemic Plants of Turkey- Türkiye’nin Endemik Bitkileri / Hasan Torlak, Mecit Vural ve Zeki Aytaç).
Ne yazık ki bu çeşitlilik her geçen gün, başta doğanın kısa vadeli ekonomik çıkarlar nedeniyle tahrip edilmesi olmak üzere çok sebepten hızla yok oluyor ve beraberinde ona göbekten bağlı kültürel zenginlik de. Sadece büyüme odaklı mevcut ekonomi doğayı bir maddi gelir kaynağı olarak görerek geliştirdiği politikalarla kırsalda yaşamayı ve tarımı yapmayı giderek zorlaştırıyor, buralarda yaşayan insanları geçimlerini sürdürmek için büyük şehirlere göçe zorluyor veya küçük, yavaş, zanaat gerektiren üretimler, işletmeler varolan acımasız rekabetçiliğin karşısında ayakta duramayarak birer birer yok oluyor. Anadolu’nun ve Trakya’nın geçmişi binlerce yıla uzanan türlü türlü el sanatlarından bugüne ne kadarının kaldığı ya da böyle giderse kalanlardan ne kadarının bir sonraki nesile aktarılabileceği, böylesine köklü ve zengin bir kültür mirasını devrealmış bizlerin cevaplaması gereken çok önemli sorular. Ama el sanatları deyince ya hep Osmanlı dönemine ya da o an populer kültürde moda olan standart estetik anlayışa sabitlenmemiz nedeniyle sahip olduğumuz bu kültür zenginliğinin ne kadar büyük boyutta ve köklerinin eski çağlara dayanmış olduğunun yeterince farkında değiliz maalesef. Kimseye bu konuda ders verme niyetinde değilim açıkcası. Örneğin, baskıyla ilgilenmeye başladığım zaman yazmacılığın ne olduğunu ve gerçek ustasının Türkiye’de ne kadar az kaldığını öğrendim. Ankara’da yazmacılık ile ilgili kurs ya da usta henüz bulamadım.
Kültür bakanlığının sayfasında şöyle tanımlanmış yazmacılık;
‘Yazmacılık, halkın örtünme ihtiyacından doğmuş ancak yazmanın üstünü süslemek amacıyla kullanılan teknikle bir sanat haline gelmiştir. Yazmacılığa özelliğini veren, tahta baskı tekniğidir. Bu teknikte ahşaptan oyulmuş kalıplar kullanılır. Baskı, genellikle pamuklu bazen de ipek kumaşlar üzerine elle çizilip resmedilerek veya basılarak yapılan bir kumaş süsleme sanatıdır. Bu el sanatının örnekleri çoğunlukla kadınların baş bağlamada kullandıkları baş örtülerinde görülür. Baskı tekniği ile üretilen kumaşlar ayrıca bohça, sofra örtüsü, yorgan yüzü olarak da kullanılmaktadır. Yöreden yöreye renk ve motifleri değişen yazmacılık günümüzde yok olma tehlikesi altında olan el sanatlarımızdandır.’
Türkiye doğasındaki çeşitliliğine paralel olarak bir motif cenneti de yani doğaki zenginlik çeşitli çağlarda, çeşitli biçimler alarak el sanatlarına da yansımış. Öyle ki insan ömrünü verse bunları tamamiyle keşfedemez. Mesela, bu yaz Almanya’dan bir dostum Peter Sis’in The Conference of Birds isimli Ferîdüddin Attâr’ın hikayesinden esinlenerek resimlendirdiği bir kitabı doğum günü hediyesi olarak yollamıştı. (Türkçesi Kuşlar Meclisi adı altında yayınlanıyor) Resimde gördüğünüz yanıp yanıp küllerinden tekrar tekrar doğan Zümrüd-ü Anka motifi o zaman fikrime tohum olarak ekildi. Otuz Kuş, Simurg… ne çok ismi var. Kitabı okuduktan sonra onun farklı biçimlerdeki temsillerini daha çok fark eder oldum ve son dönemde artık kaçamaz hale gelince anladım ki üzerinde çalışmaktan başka çarem yok. Sonunda benim Zümrüd-ü Ankam 15. yüzyıl Anadolusuna ait bir minyatür motifi şeklinde karşıma geldi. Ondan izin istedim, dedim ki; ‘Ben seni bugünüme taşımak ve biraz değiştirmek istiyorum.’ Peki dedi ve benim başını neredeyse tamamiye değiştirmeme, gövdesini de sadeleştirmeme izin verdi. Böylelikle benim elimden de yeniden doğdu.
Onu dayanıklı keten bir kumaşa bastıktan sonra plastik poşetler yerine kullanmak üzere bir alışveriş çantası olarak diktim. Bitince blog için bir resimini çekmek istedim. Resime ilave etmek için bahsettiğim hediye kitabı uzun bir aradan sonra elime aldım ve birçok kitapta yaptığım gibi rastgele bir sayfasını açtım, okudum:
(Benim yaptığım türkçe çevirisiyle)
‘Kuşlar: Neredeyiz?
Bu Anlayış Vadisi’nde hiç anlayış yok.
Hüthüt: Burada çok dikkat etmeliyiz. Bir yolu takip ediyoruz. Kimse ne kadar daha ileri ya da ne kadar uzağa gitmemiz gerektiğini bilmiyor.’
Kitabı kapattım.