Kozmos Yorganı 

Bir alemde yorgan dikiyorum bir süredir. Belki de yorgan beni dikiyor nakış nakış. Ellerimden çıkmış olan renklere, lekelere bakıyorum ve biliyorum bir daha istesem aynısını yapamam. El aynı el değil, an o an değil, ben o ben değilim. Yorganımda bir alem geziyorum. Oluşan çöken galaksiler, doğan sönen yıldızlar, her şeyi yutan kara delikler arasında bir küçük sanem olarak… O bir yorgan altı üstü diyorum, ama gel gör ki ne zaman önüne otursam, bir süre sonra çok şeyi unutup ve çok şeyi hatırlayıp kendi kozmosumu nakşeder buluyorum boyutsuz bir yerde… Anlatması zor…

Dün akşam yine başladı durmak bilmeyen şimşeklerle önce uzun süre yağmayan karanlık hava ve sonra bastıran yağmur. Şimdi yıkanmış, hatta adeta yunmuş sokaklara bakıyorum. Ankara’da bu bahar çok yağmur var, çok ama çok yağmur. Ya ağlıyor Ankara ya da arınmak istiyor sanki… Artık ne çok kirlendi her şey.

Ve Bedri Rahmi’nin dediği gibi çiğnene çiğnene tadı tuzu kaçmış şeyler. Ve Ya Rabbi ne çabuk kaçıyor her şeyin tadı artık. Sanatı da artık bir çırpıda tüketiyor insanoğlu. Bir ekran üzerinden kayan resimler ve saniyelik bir beğen tuşu tıklaması artık sanat. Ya da bir romandan, bir kitaptan alıntılanmış bir iki satır, güzel bir doğa manzarası fotoğrafı eşliğinde yine çiğnenmeye ve hatta çiğnenmeden bir çırpıda yutulmaya sunulmuş. Bu pazarda kalbini açmış dolaşmak insan ruhuna zarar ve acıtıyor…

Ne çok şeyi bedelsiz istiyor, sadece kendinin olsun istiyor insanoğlu ve ne de kıskanç, Tanrım bu insanı sevmek ne zor.

Bahçeli bir evde oturuyoruz, sessiz sakin bir yer burası. Penceremden yakında yıkımına başlanacak karşımızdaki sevimli eve bakıyorum. Yakında yeni komşularımız gelecek, bu sevimli ev yerine kendilerine 1250 metrekarelik bir yeni ev yaptıracak olan, bahçedeki ağaçları kesecek, hatta neredeyse bahçe bırakmayacak, mahallenin çocukların oyun oynadığı trafiğe kapalı alanı belediyeden sokak haline getirip otoparklarına girmek için kullanacak olan iki kişi. İki kişi 1250 metrekarelik bir evde oturmak istiyor. Tanrım bu insanı sevmek, sevebilmek ne zor.

Zanaat bazı şeylerin çıkış noktası olur diye düşünmüştüm, ama bu insan onu da kendine benzetiyor. İlhamı çalmak istiyor, güzelliği çalmak istiyor ya da yok olsun, kaybolsun istiyor. Kazanmak istiyor, hemen kazanmak, çok kazanmak, kolay kazanmak, hep kazanmak, tek kazanmak… Tanrım bu insanı sevmek ne zor. Ve ona ve onun hoyrat nefsine güzellikler ve ilham sunmak… Gerekli mi? Ben o kadar büyüdüm mü?

Tanrım bu insandan, insanlığımızdan umut var mı? Görüyorum ki çağlar boyu insan hakkında değişmeyen tek soru bu.

Bir rüya gördüm geçenlerde ve ne çok yanlış anlamışım kendimi, gördüğüm gecenin gündüzü tesadüf eseri Aşık Veysel’in Bedri Rahmi’ye yazdığı mektubu okudum CerModern’de sergide. Oracıkta hüngür hüngür ağlayacaktım neredeyse. Ne çok gösterilmeye çalışılmış oysa. Bu kadar emeğe değer miyim bu insanoğlunun bir bireyi olarak. Ve şükür ki ne kadar çabalanırsa çabalansın hala satın alınamayacak, çalınamayacak, sahip olunamayacak, zarar verilemeyecek ne çok şey var bu evrende.

‘Anlamıyorlar’ söylemi hiç çekici gelmemiştir bu yaşıma kadar. Ben kendimi birazcık anlayayım ve en azından yanlış anlamayayım yetmez mi? Ve hatta ondan ötesi var mı?

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu dizeleri yankı buluyor içimde;

“Ve bir gün aklın

Kocaman bir çiçek gibi açılır açılmaz

Sana ölümden korkmayı öğreteceğim

Canını hiçbir pazarda satmamayı

Onu incitmeden

Kırıp dökmeden

Bir zerresini ziyan etmeden yepyeni

Götürüp Allah’ına teslim etmeyi öğreteceğim.”

Yepyeni kalabilmek, hep yepyeni yaşamak… Çok şükür ki ne kadar çabalanırsa çabalansın hala satın alınamayacak, çalınamayacak, sahip olunamayacak, zarar verilemeyecek çok şey var bu evrende… İçinde yaşadığımız o sonsuzlukta… Sonsuzluk tükenir mi?