Nasıl Bir Yer

Bu kalemliği bahar aylarında tanıştığım, son seyahatimde de bana eşlik eden, hem kuru hem ıslak kullanılabildikleri için kendimi ifadede farklı imkanlar tanıyan sulu boya kalemlerim için yaptım. Kalemle çizdikten sonra fırçayı değdirdiğimde bir anda sulu boyaya dönüşmeleri, uçlarının kolay kırılmaması ve muhteşem kalitede pigmentleri mucizevi geliyor. Ayrıntılardaki kaliteye oldum olası hayranlık duyarım. Onları kullanmayı çok seviyorum ve özel bir kalemlik yapmak ihtiyacı hissettim. Kalemliğin kumaşını da, her gün sözsüz biçimde birbirimizin halini hatırını sorduğumuz ve bahçemizde olmasına derin şükran duyduğum meşe ağacının yere bıraktığı yapraklarıyla önce baskı, sonra da serbest nakış yaparak hazırladım. Doğa ile baskı konusunda son yıllarda çalışmalarını incelediğim Laura Bettmann‘dan ilham alıyorum.

Oğlan meşenin yere attıklarıyla bahçede saatlerini geçiriyor. Palamutun şapkaları ve meyvesiyle köyler kuruyor, savaş-barış oyunları oynuyor. Belki de onunla olan ilişkisi, Jacques Goldstyn’in Canım Ağacım kitabındaki küçük çocuğun, Bertolt ismini verdiği meşe ağacıyla olan ilişkisi gibi bir dostluk ilişkisi. Yalnız oğlum hikayedeki çocuk kadar münzevi değil, bahçede olduğu kadar insan arkadaşlarıyla da vakit geçirmeye bayılıyor. Meşemiz; bazen kafamıza da attığı yapraklarının, palamutlarının güzelliğinin yanı sıra dallarını ziyarete gelen alakarga gibi birçok kuşla da tanışmamıza imkan veriyor. Bu ziyaretlerle gelen her yeni kuş türünü tanımak ailemiz için birer heyecan. Bahçemizin heybetli bir gölge kaynağı da olan meşe, yuvamız, evimiz dediğimiz yeni ‘yerde’ bizim için anlamlı bir varlık. Bahçemize uğrayan kedilere Boncuk, Minnoş, Duman, atölyedeki nakış yapabilen dikiş makineme Süslü ve kat kat kumaşı kolaylıkla, adeta yiyormuş gibi diken sanayi tipi dikiş makineme Demir Çene gibi isimler veren oğlumun yakında meşe ağacına da bir isim vereceğini tahmin ediyorum.

İçine bahçemizi de kattığım yuvamızda, her şeyden öte bir huzur ortamını ve kapıdan girildiği anda başka bir bilinç boyutuna geçiliyor hissini oluşturmayı artık eskisinde fazla önemsiyorum. Toplumsal olarak oldukça sağlıksız olduğumuz bu dönemde, belki de yaşanılası bir toplumu çevresindeki doğayı da parçası gören sağlıklı ve huzur dolu bir yuva, bir yuva daha yaratarak oluşturacağız, bilmiyorum. Evde dram, şiddet, reklam, abartı dolu televizyon hiç açılmıyor, hele hele haberler ve diziler asla. Akşamları cep telefonunu ya da tablet de artık elime pek almıyorum. Son yıllarda genel toplumsal bilinç düzeyimizde artıştan çok azalma var maalesef. Artık Türkiye’de yaşamayı, her şeye rağmen birey olarak yaşamda evrensel doğrudan, iyilikten yana olmayı öğrenmekte ve pratik etmekte muazzam bir tecrübe olarak görüyorum. Platon’dan önce ve sonra, birçok kültürden düşünürün anlamaya ve tanımlamaya çalıştığı evrensel doğruların, iyiliğin esasta ne olduğunu ve ne olmadığını anlamak, sorgulamak için muazzam bir tecrübe.

Platon’un Devlet isimli eserinde (İş Bankası Kültür Yayınları), Sokrates ile Adeimantos arasında geçen, sistem düşüncesinin de temeli sayılabilecek bir dialog şöyle;

Sokrates; “-‘İşte ben bunu anlatacağım. Doğruluk varsa, bir tek insanda olduğu kadar bütün bir insan topluluğunda da vardır değil mi?

-Elbette.

-Peki, toplum bir tek insandan daha büyük bir şeydir diyemez miyiz?

-Diyebiliriz.

-Bundan şuna geçebiliriz: Daha büyük olan bir şeyde doğruluk, daha büyük ölçüde vardır. Onu orada görmek daha kolaydır. Onun için isterseniz, önce toplumda arayalım doğruluğun ne olduğunu sonra aynı araştırmayı bir tek kişi üzerinden yaparız. Böylece de en küçükte büyüğe benzeyen yönleri buluruz…”

Aynı çıkarım toplumdaki doğrudan sapış için de geçerli olur bence. Mesela yine bu sabah trafik, kırmızı ışık yandığı halde geçen araba sürücülerinin kavşağı tıkaması yüzünden kimsenin ilerleyemediği, herkesin birbirine korma çalıp, hakaretler yağdırdığı bir kilit haline geldi. Ben de kendimi arabanın içinde yanımda çocuğum varken ilk defa sinirden bağırırken buldum, genelde direksiyonda sabırlı bir insan olduğum için oğlum şaşırdı. Trafikte son yıllarda iyiden iyiye artan bu bencillik, fırsatçılık, kuralsızlık ve terbiyesizlik artık çekilmez noktalarda. Ne olursa olsun öfkenenmenin uzak durulabilecek bir seçim olduğunu da unutmak istemiyorum ve iki yazı önce bahsettiğim kışa hazırlığımın da pek yeterli olmadığını gördüm. Bence bir insan; fırsatçılığın, sadece kendini düşünmenin ve kuralları takmamanın Türkiye’yi getirdiği noktayı görmek istiyorsa sabahları trafiğe bakması yeterli. Özellikle kimsenin kimseyi düşünmediği, her fırsatta kuralların çiğnendiği, ilerlemenin olmadığı, kilit olan kavşak trafiklerine. Kavşaklarıdaki bu davranışların genele yayıldığı, meziyet sayıldığı ve normalleştiği toplumda birçok açıdan ilerlemenin de tıpkı trafikteki gibi durmuş olması çok normal bence.

Oğlumu okuluna bırakıp eve gelebildiğimde bahçede oturdum bir süre ve meşenin, çamların rüzgarda salınımlarının yerde yarattığı gölge oyunlarınında, durgunlukta sakinleşmeye başladım yavaş yavaş. Yine şükran duydum sakinleşebileceğim bir ‘yerimin’ olmasına. Bu yer konusu hiç basit bir konu değil. Şimdi bunları yazabilecek bilince geldim, ama kimi insan o trafikten çıkıp bir yerde sakinleşemeden, kimi de kırmızı ışıkta geçmekte hiç sakınca görmeyen o düşük bilinciyle işine başladı ve gün boyu bir şeyler satın alacak, satacak, üretecek, yaratacak veya hizmet verecek. Ne satın alacak,  ne satacak, ne üretecek, ne yaratacak, nasıl hizmet verecek. Sonra o satın aldıklarından, sattıklarından, ürettiklerinden, yarattıklarından, hizmetlerinden nasıl şeyler doğacak. Ve ertesi gün yine aynı trafikte… Biz aslında toplum olarak diğer krizlerden öte bir büyük bilinç krizi yaşıyoruz. Toplumun orada bir yerde değil, içimizde, davranışlarımızda, birbirimiz arasındaki ilişkilerde oluştuğunu unutuyoruz.

Bu ortamda yaşamak zor gerçekten. Ama belki de huzur dolu bir yuva, bir yuva daha veya insanları içlerindeki dingin, sağlıklı, sağduyulu merkeze getirecek bir yer, bir yer daha değişecek toplum. Dediğim gibi bu yer konusu çok derin ve bence en büyük arayışımız, özlemimiz ‘bir yer’, kimi zaman da ‘o yer’.

Bir iki haftadır, akşamın geceye yaklaşan her şeyin yavaşladığı saatlerde Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu okuyorum. Yavaş yavaş. Okuduğum kitap 1960’lardan kalma, cildi yıpranmış, sayfaları sararmış. Kitap nereden eve geldi bilmiyorum. Arka sayfasında annemin ya da Fikret Teyzemin yazısına benzettiğim iki kişilik kağıt oyunu skorlarına benzeyen notlar var. Çocukken Yalova’daki yazlıkta akşam yemeğinden sonra biz sokakta oynarken verandada dondurmasına oynadıkları konkenin sayılarına benziyor. Bu kitabı ellerimde tutarken, bedenim yaz akşamları çam, verandalarda yenen yemek, zaman zaman mangal ve rakı kokularını, penceresi açık mutfaklarda yıkanan bulaşıkların çıkardığı çıngırtıları, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Sezen Aksu’ların inceden çaldığı radyoları, çalılıkların arasından parlayan ateş böceklerini, arkadaşlarımla kovalamaca oynamanın terlettiği sırtımda denizden esen tatlı rüzgarın serinliğini, Pinokyo bisikletlerin frenlerinin çıkardığı kulak tırmalayan sesleri ve daha neler neler hatırlıyor… O yer, her şeyiyle çocukluğumun en önemli parçalarından birini oluşturuyor. Birçok bölgesi 99 depreminden sonra tanınmaz hale gelse de, benim içimde hala yıkılmamış eski haliyle duruyor…

Ve sonra Çalıkuşu’nun Feridesi çocukluğuna ilişkin hatırlayabildiği ilk hatırası ile ilgili şunları söylüyor, içime işliyor;

‘Evet, bunlara benzer daha birçok şeyler aklımdan geçiyor… Fakat bunların hiçbiri ilk hatıra değil… Sevdiğim göl, içinde büyük yapraklar arasında çırılçıplak çabalayışım kadar eski değil… Deniz kadar uçsuz bucaksız bir göl… İçinde büyük yapraklar, dört bir tarafta ağaçlar var… İçinde yapraklar, kenarında büyük agaçlar varsa bu göl nasıl deniz kadar büyük olur? diyeceksiniz… Vallahi yalan söylemiyorum ve ona sizin kadar ben de şaşıyorum… Fakat bu böyle ne yapayım?..’

Bu anının gerçekte neye ait olduğunu kitabın ilerleyen sayfalarında keşfediyorsunuz ve bu yerde duyumsadıklarının yaşamının en temel ihtiyacını nasıl karşıladığını görüyorsunuz. Bowlby’nin bağlanmaya dair psikoloji kuramına 100 yıl önceden selam gönderen Reşat Nuri Güntekin’in hikaye anlatımı ve gözlem ustalığına hayran kalıp, Çalıkuşu’nun neden bir klasik olduğunu ve klasikleri okumanın neden insan bilincini zenginleştirdiğini bir kez daha anlıyorum. İlk bölümün sonunda da, annemin oturduğu apartmanın bahçesindeki dut yapraklarına bakarak oyduğum kalıpla, ne zaman yaptığımı bilmediğim, bir baskıyla karşılaştım ve yine bir yeri hatırladım… Gençliğimi geçirdiğim evi.

Tüm bunları yazarken, bulunduğum yerin beni, benim de bulunduğum yeri etkilediğimi ve oğlumun çocukluğunun en derin hatıralarının sözlerden öte ve sözlerden güçlü duyularla oluştuğunun farkına iyice varıyorum. Trafiği etkilemem sakin kalmak dışında çok zor, ama bahçe ve ev benim dokunuşlarımdan derin biçimde etkileniyor. Oğlumun duyularını, bahçede meşe palamutlarıyla oynarken makineyle yavaş yavaş işlediğim nakış ve atölyede çalan müziği duymasının bir parçasıyım ya da ödevini yaparken mutfaktan burnuna ulaşan, ertesi gün besleme çantasına koymak için pişirdiğim kek kokularının.

Julia Cameron’un Ebeynler için Sanatçının Yolu (Artist Way For Parents) kitabında şu sözler her şeyi özetliyor aslında;

“Ebeynler olarak çocuğumuz için, bir insan olduğumuz kadar bir yeriz de.”

Ve ben de ekliyorum; sadece çocuklarımız için değil, birbirimiz için de…