Geçen hafta sonu oğlumuza ilk defa arkadaşlarını çağırdığı bir doğum günü kutlaması yaptık. Taşınmaydı, tatildi derken doğum günü geçeli aylar oldu ama söz sözdür diyerek kolları sıvadık. Sonunda sevdiği arkadaşlarıyla doya doya eğlendiği, büyüklerin o sırada keyifli sohbetler ettiği bir doğum günü gerçekleşti. Kutlamada tatlılığına bayıldığımız anlardan biri; hediye almaya ve açmaya oldu olası çok ilgisi olmayan oğlanın arkasından, hediyelerini verebilmek için arkadaşların ellerinde paketler bir süre dolaşmak zorunda kalmaları oldu. Hepsi, özene bezene aldıkları hediyelerin onu mutlu edip etmeyeceğini görmek için sabırsızlanıyordu ve o heyecanlarıyla çok ama çok tatlıydılar. Anaokulundan bir arkadaşı ‘Onun kırmızıyı sevdiğini bildiğim için kırmızı aldım.’ diye anlatıyordu. Oğlum ise pasta siparişi sırasında çikolata sevmeyen bir arkadaşı için pastaya çilek koymalarını ve alerjisi olan bir arkadaşı için de fındık koymamalarını sıkı sıkı tembihlemişti… Neşe içinde oynadılar. Bu doğum gününde içim gelecek nesile ilişkin ümitle doldu.
Kutlamaları kutlama yapan davet kadar, katılımın içtenliği, uyumu ve sevincidir. Bu açıdan oldukça şanslıydık ve biz de içten bir teşekkür etmek istedik. Bunun için, üzerinde Devin’in iki yıl kadar önce yaptığı ve odasının kapısında buranın kendisine ait olduğunu belirmek için astığı oto-portresini, serigrafi baskı haline getirip kumaş keseler yapmaya ve içine birer kitap koyarak hediye etmeye karar verdik. Kitap olarak da İş Bankası’nın Jules Verne’den, Rudyard Kipling’den, Antoine Galland’ın Binbir Gece Masallarına, Shakespeare’den, Nasretttin Hoca’ya.. klasikleri çocuk için kısaltarak yayınladığı seriyi seçtim. Öncesinde bir süre, ileride uzununu okuyabileceği romanların kısalarını vermek edebiyat zevklerine zarar verir mi diye de çelişkide kaldım, ama sonra çocuklar iyi edebiyatla ve usta hikaye anlatıcılığıyla erken yaşta ne kadar çok haşır neşir olurlarsa o kadar iyi diyerek hediye etmeye karar verdim. Kitapların kapakları da çok güzel tasarlanmış ve çocuklar alınca çok sevindiler.
Torbaları zamanında yetiştirebilmek için atölyede geçen hafta normalden biraz daha fazla zaman geçirdim. Yeni başladığım serigrafi baskıya uzunca bir süre ara verdiğimden birçok şeyi unutmuşum. Aylar önce yaptığımda pozlama süresini yazmadığım ve şimdi de tam hatırlamadığım için, yıkama yaparken solüsyonun ipekten akıp gidişini izlediğim birçok sinir bozucu pozlama denemesi yapmam gerekti. Sonunda üç dakika pozlama süresi ile başarabildim. Devamında baskıyı yapmak ve torbaları dikmek işin en güzel tarafı oldu.
Bu süreçte bazı şeyler öğrendim. Birincisi, bir çocuğun çiziminin üzerinden geçmenin ve kopyasını çıkarmanın ne kadar güç olduğunu keşfettim. Yüksek bir sanatsal özgüvenle yapılmıştı resim. Koca bir yuvarlağı duraksamaksızın ve el titremeksizin bir çırpıda çizmiş ve bu yuvarlağa ayva yanaklarını da hafif bombelendirerek yansıtılmıştı. Sonra saçlara üç beş çizik atılmış, gözler, ağız derken ve bir kaç saniye içinde kendisini ve gülüşünü andıran çok sevimli bir şey çıkarıvermişti. İnceledikçe onun başlangıç zihnine, ellerindeki rahatlığa, hafifliğe çok imrendim ve önümüzdeki zamanlarda kendi içimdeki çocukla daha fazla temas kurabileceğim zamanlar yaratmaya karar verdim. Bunun için de hemen bu hafta kolları sıvadım. Creative Bug’da izlediğim Lisa Congdon’un yaratıcılığı arttırmak ile ilgili bir eğitimindeki önerisini dinleyerek, bir sahafı ziyaret edip kendime herhangi bir kaygı taşımadan üzerinde boyama, kolaj vs yapabileceğim, ilham verici eski bir kitap aradım. Sonunda seçtiğim el sanatları ile ilgili İstanbul Belediyesi’nin eski bir dergisi oldu. Görseller güzel olmasına güzeldi, ama alırken aceleden okumadığım yazılara eve gelince göz atmaya başladığımda beni bir iç sıkıntısı kapladı. Mesela oldukça yaratıcı biçimde cam üzerine çalışılmış kaftanları tanıtan yazı şöyle başlıyordu; ‘Üç kıtaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü ve ihtişamını yansıtan, zengin renk ve desen bezeli padişah kaftanları…’ Bu yaratıcı eserlere bu klişe sözlerle yazılmış tanıtım yazısının ilerleyen kısımlarında artık tamamiyle dağılmış olan dikkatimi tekrar toplayamadım ve pes ettim. Sanırım o sırada ekşiyen suratım da, arkadaşlarına hediye keseler konusunda görüş alışverişi yaparken, birçok şeyinin üzerinde tasarladığım keçi baskısı olan oğlumun ‘Anne lütfen keçili yapmaaaa!’ demesine benziyordu.
Serigrafi baskı kalıbını pozlamadaki üst üste yaşadığım başarısızlıklardan öğrendiğim ikinci şeyse; çalışırken üşenmeyip daima not tutmam gerektiği oldu. Aklımda tutarım dediğim şeyler bir süre sonra uçup gidiyor ve önceki tecrübemden faydalansam çok kısa sürede bitirebileceğim bir işi sil baştan keşfetmem gerekiyordu. Bu kayıt tutma konusundaki özensizlik ve bazen de ketumluk, aslında Anadolu’daki el sanatlarının önemli bir kısmının kaybolmasındaki en baş nedenlerden. Çok uzaklara gitmeden Ankara’dan bir örnek verirsem konu yine sevimli keçilere geliyor. Batıdaki endüstri devriminin, bilimsel merakın, yaratıcılığın ve bilgiyi kaydetmenin, aktarmanın çok gerisinde kalınan Osmanlı’nın son dönemlerinde, Orta Anadolu için önemli bir geçim kaynağı olan endemik Tiftik (Angora) Keçilerin ülkenin dışına çıkarılmamasına gerekli özen gösterilmemesi sonucu, en kaliteli yün kumaşlardan olan sof yani mohair kumaş dokumada 18. yüzyıla kadar dünyanın en önde gelen yeri olan Ankara’nın bugün keçinin adı dışında bir bilinirliği kalmamış. Keçilerin, Ankara tarihindeki yeri ve önemi, bugün pek farkında olunmasa da, oldukça büyük. Eylül ayında gezdiğim Vekam’ın Çengel Han Rahmi Koç Müzesi‘nde gerçekleştirdiği ‘Bir Tarihi Dokumak: Sof’ isimli sergisi, Amsterdam Rijksmuseum’u koleksiyonundan getirilen 70’li yıllara kadar Halep manzarası zannedilmiş tahmini 18.yy’la ait tablo gibi, keçiler ve sof kumaş dokuma konusunda birçok ‘vah vah’ dedirten şeylerle doluydu. (Ayrıca yine internette rastladığım serginin küratörünün açıklama yaparken çekilen videoda verdiği bilgiler de ilginç. )
Sergideki bir notta şöyle diyordu;
“…Günümüz projelerinin, tarihi Ankara sofu kumaşının üretilmesinde yaşadıkları sorunlardan bazıları, tiftik ipliğinin sof dokumaya uygun bir şekilde hazırlanmasında bilgi eksikliği, buna bağlı olarak ipliğinin tezgahlardan kopması, sof kumaşa asıl ününü getiren ipeksiliğini, parlaklığını ve hareli görünüşünü veren cendere ve perdah işlemlerinin bilgi eksikliğinden dolayı uygulanamayışıdır. Günümüz teknolojisiyle, tarihi sof kumaşlarına uygulanabilecek laboratuvar analizlerinin bilgi eksikliğini gidermeye yönelik sonuçlar vermesi ve bu bilimsel verilerin yeniden sof üretebilmek için değerlendirilmesi önemlidir…”
Oysa yine sergide; tiftik keçisinin ve yün dokumasının zanaatsal ve ekonomik açıdan yüksek değerinin kısa sürede farkına varan ve bilimsel gözleme, araştırmaya daha alışkın ve meraklı Avrupa’lıların, özellikle de keçileri yasal ve yasal olmayan yollarla Anadolu’dan çıkararak Güney Afrika ve Yeni Zelanda’da yetiştirilmesiyle sof (mohair) kumaş dokuma teknolojisinde oldukça ileri giden İngilizlerin, Ankara Keçisi yetiştiriciliği ve tiftik dokuma hakkında 200 yıl öncesine ait kalın kalın basılı eski kitaplarıyla karşılaşıyorsunuz. Tabii ki zanaatin, sanatın ne kadar yazılsa da sözel veya sayısal olarak aktarılamayacak yanları çok, ama sof kumaş üretimi gibi Anadolu’da yitip giden bilgileri gördükçe, bu toprakta binlerce yıllık tecrübe birikimi sonrası zanaateki seviyemiz eskiden ustası olunan birçok şeyi baştan keşfetmek düzeyinde olmamalıydı diye üzülmeden edemiyorum. Ayrıca yeni keşifler, buluşlar, çalışmalar esnasında çoğu zaman tesadüfler sonucu gerçekleşiyor ve ne zaman gerçekleşecekleri, kimin çalışmasında ortaya çıkacaklarını kim bilebilir -ki belki de birçok buluş da benzer şekilde geçmişte yitip gitti-. Düşünmeden edemiyorum, insanların işlerini, birgün belki bir buluşla karşılaşabilecekleri gözlem bilinciyle yapmaları bu toplumda neleri değiştirirdi? Bu sorunun önemli olduğunu hissediyorum.
Keseleri hazırlama sürecinden üçüncü çıkarımım ise baskının ve dikişin oldukça keyifli geçmesiyle oldu. Yeni öğrendiğim kalıp pozlama gibi işlerde hala acemi olsam da baskıda ve dikişte yavaş yavaş dikkatimin lazer değil daha yumuşak bir dikkat haline geçtiğini yirmi kadar kese üretme sürecinde tecrübe ettim. Bahsettiğim süreçte artık dinginlik ve rahatlatıcı bir ritm duygusu vardı. Bir yanda çalan güzel bir müzik, bir yanda pek hata içermeyen tekrarlardan oluşan ritmli, meditatif baskı ve dikiş faaliyeti… Zanaat konusunda yazdığı kitapta Richard Sennett; en belirgin şekliyle müzik yapımında gözlenen, hareketlerdeki ritmin yarattığı bu özgül duygu ve dikkat boyutunu bizi zanaate çeken en baş yönlerden biri olduğunu belirtiyor. Ancak, bu ritm düzeyine ulaşabilmek için öncelikle yoğun odaklanma ve sabır isteyen beceride ilerleme döneminden geçmek gerektiğini, yani dinlendirici ve kimi zaman da faaliyetle tamamiyle bütünleşmiş bilinci içeren ritme ulaşabilmek için, önce dikkati uzun süre sürdürebilme, tekrarlanan başarısız sonuçlara karşı tolerans becerisini kazanmış olmak gerektiğini belirtiyor. Bu tecrübe aslında, çağlar boyunca dünyanın birçok yerinde, sanatın ve zanaatın neden ruhsal gelişimle iç içe geçmiş olduğunu ve hatta kimi zaman onun için kullanılan yöntemlerden biri olduğunu anlamamı da kolaylaştırdı.
Tüm bu hazırlıklar oğlum ve arkadaşları içindi ve sonunda keseler de, kutlama da güzel bir şekilde tamamlandı. Keseleri hazırlamak hem sonuçta sevinçten gülümseyen o şirin minik yüzleri görmemi, hem oğlumun yani çocuk sanatının, başlangıç zihninin inceliklerini, hafifliğini daha derinden keşfetmemi, takdir etmemi, hem de sanatçısının bu sefer ben değil oğlumun olduğu bir faaliyetin sadece zanaat tarafında kalarak, zanaate ilişkin daha derin farkındalıklar kazanmamı sağladı. Ve en son olarak bu yazıyı yazarken; yaptığım işler, atölye ve annelik gibi bir çok yönün organik olarak iç içe geçmesiyle yaşantımın her geçen gün daha da bütüncül bir öğrenme, bir okul haline geldiğini görmek güzel.