Hayat Bayram Olsa

Günlüğüme yaptığım kolaj çalışması, Aralık 2018

‘Seni düşünürken,

Bir çakıl taşı ısınır içimde…’  

Bedri Rahmi

Sakin bir sabaha uyandım. Hava hala aydınlanmamış. Kocam bir gün önce süslediğimiz ağacın ışıklarını açmış. Karanlık salonun yanından mis gibi kahve kokuları taşan mutfağa geçerken, ağacın dingin sarı ışıklarıyla bir an, masallardaki soğuk karlı ormanda uzaktan görünen bir kulübenin içinden sızan sıcaklığın verdiği hissi yaşadım. 

Çocukken ailece beraber oturduğumuz bir gece dışarıda kar yağarken birden iç çekip ‘ Ne güzel değil mi sıcacık yuvamızda!’ deyişimi hatırlatılırlar bana gülümseyerek. Sıcacık yuvamız diyen, diyebilen bir çocuğun gülen gözleri her anne babanın hayali olsa gerek, oğlum büyüdükçe bunu daha derinden anlıyorum. Bir Türk, bir Alman ve bir Türk-Alman’dan oluşan ailemiz için yılın güzel zamanlarından biri geldi. Evimizde bitmeyen bayramlar var, birimizin bayramı bitse diğerininki başlıyor. Şimdi de Noel zamanı. O ‘ne güzel değil mi sıcacık yuvamızda’ diyen gözleri şu günlerde oğlanda görüyorum. Her sabah takvime koşup bir kutuyu daha açması, sabah sabah çikolata yemek için benimle pazarlık etmesi, tahtadan yaptığımız ağaca türlü icatlarını asmaya çalışması, evde bulduğu hoşuna giden şeyleri paketleyip paketleyip sevdiklerine hediye etmesi… Baktım dün yine elinde bir şey çıkıyor evden. Kutunun üzerine kurşun kalemle kurdeleler çizmiş. ‘Oğlum kime bu? diye sordum  ‘Öğretmenimeee’ dedi . Bir gümrük memuru edasıyla ‘Aç bakayım içinde ne var?’ diye soruşturdum. Bir baktım kutuyu, raf monte etmek için kullanılan küçük tahta silindirlerle doldurmuş, bir de eskilerde baskı yaptığım bir kartı koyup, imla hatası yapmamayı garanti altına almak için karta bir şey yazmayarak sadece Noel Baba çizmiş.  ‘Oğlum öğretmenin ne yapsın bu tahtaları?’ diye sordum.  ‘Çocuğu vaaaar. Beraber bir şeyler yaparlaaaar.’ diyerek kutuyu elinden alırım korkusuyla kapı aralığından jet hızıyla bahçeye kaçıverdi. Öğretmeninin çocuğunun yirmi yaşlarında olduğunu biliyor muydu bilmiyorum, bilseydi de çok kıymetlileri olan bu tahtaların iyi bir hediye olduğu konusundaki fikri değişmezdi sanırım. 

Oğlanın yaşamda nelerden heyecanlandığını anlamamı sağlayan bu çam sakızı çoban armağanlarını ve her yıl kurulan bu ağacı seviyorum. Uzun karanlık gecelerin biteceğini ve yine baharın geleceğini hissettiren ışıl ışıl süslenmiş ağacı. Kış da güzeldir, kış da geçer diyen ağacı. Araştırmacılar günlerin tekrar uzamasını kutlamak adına Aralık ayında süslenen çam ağacının eski Türk kültüründe önemli bir yeri olduğu belirtiyor, ama içinden ışıklar süzülen çam görüntüsünün bende uyandırdığı ümitvar hislerin farkına varmak için illa ki o bilgilerin onaylamasına ihtiyaç duymuyorum. Bir küçük çocuk gibi seviyorum ağacı, çocuğumun sevdiği gibi. 

Dün babası seyahatteydi, biz de baş başa ana-oğul şömineyi yaktık ve birbirimize o anda uydurduğumuz masallar anlattık, ateşin çıtırtılarını dinledik. Ağacın ışıklarını açtım. Yan yana sokulmuş otururken işte gözlerinde o tanıdık ‘sıcacık yuvamızda’ pırıltısını gördüm, içimde güller açtı. 

Birbirimizin kültürüne saygı göstermenin, onların birleşiminden meydana gelmiş ve ikisine de koparamayacağı bağlarla bağlı oğlumuza, anne-baba olarak yaşamda verebileceğimiz en önemli hediyelerden biri olduğunu biliyoruz. Kocam da her Ramazan ya da Kurban bayramı çalıştığı yerdeki kişileri ve arkadaşlarını kutlamaya özen gösteriyor. Her bayramın birinci günü sabah Barış Manço’nun ‘Bugün Bayram’ şarkısıyla oğlanı uyandırıp, benden birkaç ay küçük olan kocamın ‘Annen benden yaşlı, elini öpmem lazım.’ diye beni kızdırarak oğlanın kahkahaları arasında zorla elimi öpmeye çalıştığı neşeli bir kahvaltının ardından, bayramlıklarımızı giyip anneme ve diğer büyüklere el öpmeye gidiyoruz… Dediğim gibi bizde bayramlar bitmiyor. Almanya ya da Türkiye, birimiz anavatanındayken –Almanlar babavatan terimini kullanıyor- diğerinin gurbette olduğu gerçeğinde, bir diğer kültüre bahsettiğim saygının içtenlikle duyulmasının ve gösterilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatabilmeyi isterdim. 

İki temelden farklı kültürün, sevgi temelinde bir araya gelerek yaşaması, zor olduğu kadar insanın yaratıcılığını, zekasını, bilinç düzeyini, sevgi ve hoşgörü kapasitesini arttıran gerçekten çok özel bir tecrübe ve bu imkana sahip olduğumuz için minnet duyuyoruz. Hatta oğlumuzun doğuştan gelen, köklü iki kültürün getirdiği zenginlikle dolu bu ortamına bazen özendiğimiz bile oluyor. Onun aynı masada benimle Türkçeyi ve babayla Almancayı, birbirinden gramer yapısı olarak tamamıyla farklı iki dili, sanki aynı dili konuşuyor gibi kullanması, saniye içinde bir dilden diğerine geçivermesi bazen mucizevi geliyor. İki dilde masallar dinliyor, iki ülkede kendini evinde hissediyor, tarihinin, bayramlarının ucu bucağı görünmüyor. Ancak bu iki kültürün dengesini sağlamak, kimi zaman da göründüğü kadar kolay değil. Biz büyükler yetiştiğimiz kültürün beynimizi, kişiliğimizi, algımızı ne kadar derinden şekillendirdiğini, kalıpladığını gördükçe bazen şaşkınlık yaşıyoruz. Bazı keskin kalıpların birlikteliğimizi sürdürmek için törpülenmesi gerektiği oluyor. Hatta bazen tam bir nefs terbiyesi haline geliyor bu işler. Mesela Türk kültüründen gelen sosyal ipuçlarına duyarlı yapım, onun Alman kültüründen gelen dolaysızlığı karşısında bazen ciddi kırgınlıklar yaşayabiliyor. Benim bazen takındığım aman boşverciliğim de, onun detaylara önem veren disiplinli yanını çılgına çevirebiliyor. Beraber geçirdiğimiz on yılın sonunda ben her şeyi kişisel almamayı, o da daha fazla duyarlı olmayı öğrendi. O biraz boşverci, ben de daha fazla ayrıntılara özen gösterir oldum.

Peki bunları niye yazıyorum? Bloğumda yıllardır birçok şeyden bahsediyorum, ama beni ve yaratıcılığımı derinden etkileyen, zenginleştiren çokkültürlü yaşantımı pek anlatmıyorum. Bizim her gün yaşadığımız, üç dil konuşulan, hoşgörü, ilgi ve saygı ortamı bize öyle normal, sıradan geliyor ki, hayatını katı kalıplar üzerine inşaa etmiş kimi insan için anlaması, hatta inanması zor olabileceğini unutuyorum. Bir Almanla olan evliliğimde şunu öğrendim; su ve yağ birbirine zorla karışmaya çabalamak yerine, bir diğerinin aynalığında su su olmanın, yağ da yağ olmanın esasta ne olduğunu keşfedebilir ve böylelikle yağ suyun, su da yağın kendinden farklı olduğu kadar güzel de olduğunu fark edebilir, takdir edebilir, onu olduğu gibi sevebilir.  Bu şekilde yaşarlarken her geçen gün artan yaratıcılıkları, sevgileri ve anlayışları sonucu günün birinde belki suyu ve yağı güzellikle bütünleştirecek bir teknolojiyi de birlikte keşfedebilirler…