Geçen hafta oğlumla atölyede guaj boya kullanarak resim yaptık. Yan yana, diz dize, aynı paletten. Önce ben önerdim, ‘Hadi böcekler çizelim.’ diye. Heyecanlandı. Hemen fırçasını bir renge soktu ve çizmeye başladı. Bu kadar hızlı.
Sohbet ede ede devam ettik. Ben;
-Uğurböceği çizeceğim.
-Ben örümcek çizeceğim.
Sonra o benimkine sitemle bakıp,
-Ama seninki çok güzel olmuş.
-Ben de senin salyangozuna bayıldım.
Kocaman kocaman gözleri olan bir salyangoz yapmıştı. Nasıl güzeldi. Benim kağıdıma da çizmesini istedim. Sevinçle tamam dedi, hemen bir tane de benim kağıdıma yapıverdi. Ardından onun önerisiyle Mona Lisa portreleri yaptık, soyut resimler yaptık. En sonunda da yine onun fikriyle duvarlara resimlerimizi asarak bir müze açtık ve babaya gelince gösterdik. Akşam sergimizi gezerken oğlumun renkleri çekinmeden, doya doya kullanışıyla, yan resimlerde benim sarı arı, kırmızı uğur böceği şeklinde giden kontrollü renklerimi karşılaştırdım ve birden içimde onun gibi özgür bir şekilde yaratmaya, çizmeye ve renklerle oynamaya yönelik karşı koyulmaz bir istek belirdi.
Çoğu insan bilmez; çizim ve resim oldukça yetenekli olduğum ama çocukluğumdan anne oluncaya kadar kedinin suyu görmesi gibi kaçındığım şeylerdi. On bir yaşlarına kadar çok gelecek vadettiği düşünülen ve bu nedenle bana ders vermek isteyen bir öğretmenin kafasındaki şemalara uymadığımı hissettiğim için resim yapmayı tamamıyla bırakmış bir insanım.
Ondan önceki ilkokul resim öğretmenim, mor gökyüzü de olabilir, istediğimiz her renk gökyüzü olabilir çocuklar, diyerek sınıfta bizleri cesaretlendirirdi. Giyimi rengarenk, yüzü güleçti. Derslerini dört gözle beklerdim. Birkaç ödül de aldım onun dersinde yaptığım resimlerle. Sonra diğer öğretmenim geldi. Bana seçtiği birkaç çocukla birlikte özel ders vermeyi teklif etti. Başta onunla da eğlenceliydi resim yapmak, ama bir süre sonra renkler kararmaya başladı. Öğretmenimin görüntüsü genelde depresifti, sanırım bu renk konusunun onunla da ilgisi vardı, bilemiyorum. Bizimle resim yaptığını hiç hatırlamıyorum. On iki-on üç yaşındayken derslerde konu Van Gogh gibi sanatçıları birebir kopyalamaya geldiğinde, ben çoktan içimdeki resmi seven, resim yaparken saatlerin nasıl geçtiğini bilmeyen çocukla temasımı yitirmiştim. Resim derslerine ayağımı sürüye sürüye gitmeye başladım ve sonunda da bir usta ressamı taklit edemediğim, etmek istemediğim ve yağlı boyayı sevmediğim için yeteneksiz olduğuma kanat getirip, kendime dair büyük bir hayal kırıklığıyla resmi tamamıyla bıraktım.
Bu iki öğretmenime uzaktan bakmak bana çok şeyi öğretti. Birincisi yaptığı işi seviyordu. Neydi yaptığı iş; ‘Çocuklarda yaratıcılığı arttırmak, resmi, sanatı sevdirmek.’ Diğeri ise kim bilir hangi sebeplerden depresif bir tutum içindeydi. Kim bilir ne güçlükler yaşıyordu yaşamında, onu da anlayabiliyorum şimdi. Belki en derin arzusu olan doya doya sanat yapmak yerine, parasal sebeplerden bir okulda öğretmenlik yapmak zorunda kalmıştı ve bu durumdan hem maddi hem manevi bir çıkış yolu olarak okuldaki derslerin yanı sıra, yetenekli bulduğu çocuklara özel ders vermeyi düşünmüştü. Bana da resmi daha fazla öğretmek, sevdirmek istemiş, ama süreç resim yapmaktan tamamiyle soğumamla sonuçlanmıştı.
O yıllardan sonra şimdi yine bir resim öğretmenim var; oğlum. Öğretmenim enerji ve yaratıcılıkla, farklı farklı bakış açılarıyla, fikirlerle dolu. Anne olduktan sonra, çocuğumla resim yapmak, resimli kitaplar okumak, çizgi filmler izlemek, hayaller kurmak beni geçmişe, tıpkı onun gibi resim ve çizim yapmaktan çok keyif aldığım ilk zamanlara adeta ışınladı. Bıraktığım yeri hatırladım ve o bıraktığım yerden devam etme isteği, cesareti uyandı içimde. Oyunla her şey ne kolay, bir büyük için bile. Oğlumla bir şeyler yapmayı, onu yeni malzemelerle, yeni şeylerle tanıştırmayı seviyorum. Ve yukarıda anlattığım örnek gibi ondan, yaratıcılığını kullanma biçiminden, görme tarzından da çok şey öğreniyorum. Malum yarı yıl tatili de yaklaşıyor, oğlumla tatilde beraberce yapabileceğimiz şeyler için bakındığımda, kütüphanemde Carla Sonheim’ın Drawing Lab (Çizim Laboratuvarı) kitabını gördüm. Kitabı biraz karıştırdım, sonra web sitesini inceledim. Carla’nın çalışmalarının enerjisine bayıldım, bayıldım… Sonunda, bahsettiğim kitapta önerdiği çok zaman almayan tekniklerden birini de denemeye karar verdim. Hafta içinde ara ara yaptım, yaparken de zamanın nasıl geçtiğini anlamadım ve sizinle paylaşmak istedim.
Önce boş bir resim kağıdı üzerine sulu boya ile (ben bazen akrilik mürekkep de kullandım) dileğiniz bir renkle rastgele, içinizden gelen boyamalar yapıyorsunuz. Sonra bu katın kurumasını bekleyip, yine dileğiniz bir renkle aynı şekilde rastgele boyama yapıyorsunuz. Bu kat da kuruduktan sonra bir kez daha. Ardından ortaya çıkan şekli bir süre inceleyip, size çağrıştırdığı örüntüyü kalıcı mürekkepli bir kalemle çiziyorsunuz. Dilerseniz üzerine kuruboya, pastel boya vb ile de ekler yapabilirsiniz. Ben China Marker ve beyaz jel kalem kullandım.
Ve amaçsız başlayan bu süreç son dönemde yaptığım en anlamlı çalışmalardan biri oldu.
Bir lekeyi veya soyut bir görüntüyü, bir örüntü halinde algılamak aynı zamanda insana dair de çok şey anlatıyor. Hepimiz zaten sürekli olarak yaşamda gördüğümüz, duyduğumuz, öğrendiğimiz şeyleri, kendimiz için anlamlı örüntülere çeviriyoruz. Kendini bilmek isteyen için ise, bunları neye göre, nasıl yaptığının farkında olmak önemli. Gördüğüm şekilden ben bu örüntüleri oluşturdum, ama diğer bakanlar kim bilir başka neler oluşturabilirler.
Onca şey arasından benim bugünlerde çocuksu ve insansı doğa karakterleri yaratmayı tercih etmemin en üstte görünen sebebi hem doğayı sevmem hem oğlumla izlediğim filmler, okuduğum kitaplar… Diğer bir sebep de tüm ülkeye uzun süreden beri sinmiş, yerleşmiş o neşesiz ağırlıktan, mutsuzluktan uzaklaşıp, kısa bir süre için bile olsa yaşama daha hafif, geniş olasılıklarla dolu bir enerjiyle bakmak ihtiyacı. Bu araştırmada daha derinlere gidersem kendime dair çok şey bulabileceğimi biliyorum. Neden başka canlılar dururken onlar? Neden o renkler…
Bu çizim süreci hayatla ilgili güzel bir metafor da oldu benim için. Çoğu zaman yaşam insana boş bir kağıt vermiyor ve doğumumuzdan itibaren şeyleri, tecrübeleri, olayları bazen karışık, anlamsız görünen biçimlerde sunuyor. İlk anda görmesi zor da olsa, zamanla yaşamda insanın kendisi için oluşturulabileceği türlü türlü güzel ve farklı anlamlar olduğunu bilmek, hissetmek umut verici. İnsanın yaşamda oluşturduğu, gördüğü, bulduğu anlamlar çok derin bir konu… Bu konuyu oğlumla konuşmak için sabırsızlanıyorum… Ve en derin konular bazen (bence çoğunlukla) çocuksu veya basit görünen şeylerde gizli. Veya çocuklara anlatmak daha kolay veya çocukken en karmaşık konular daha iyi anlaşılıyor… Yoksa hala Küçük Prens yediden yetmişe birçok kişinin en sevdiği kitap nasıl olurdu? Ve, evet bence de o fil yutmuş bir boa yılanı:)