Konya ve Havası

Bu yarıyıl tatilinde seyahat etsek ama uzak bir yerlere de gitmesek diyerek, Konya ve Eskişehir’e uzandık. Ama iki hafta geçti, geziden bende kalanları aktarmak için başladığım bu yazı bitmiyor, bitemiyor bir türlü. Sonunda, güzel deneyimleri Konya havasının kirliliği yüzünden boğazımda oluşan tahrişin yarattığı acıdan bir şekilde ayıklamaya çalıştığımı fark ettim. Konya’nın karbondioksit ve ise boğulmuş şehir havası, diyaframdan derin ve yavaş nefesler alma alışkanlığı olan bedenim için iki günün sonunda adeta bir ızdırap haline geldi ve tutulduğum kuru öksürük de tatil sonrası bir hafta daha peşimi bırakmadı.

günlüğümden

Çıkmaya bir gün öncesinde karar verdiğimiz gezide hava koşulları konusunda çok şanslıydık. Ankara’da bu yıl çetin geçen Aralık ve Ocaktan sonra, güneşli ve ılık kış günlerinde dışarılarda olmak hepimize iyi geldi. Bir de Konya’nın şehir havası bu kadar kirli olmasaydı. 

Ankara-Konya yolu ne güzeldi. Uçsuz bucaksız düzlükte, elle tutulabilecekmiş kadar yakın uzanan gri, sarı, Prusya mavisi bulutların arasından kaçıveren kış güneşinin Konya ovasının orasında burasında kalmış son kar parçalarını eritişiyle, taze ekmek gibi yer yer tüten toprağın yarattığı o ana, o mevsime, o güne münhasır muhteşem doğa manzarasıyla yol aldık. Ekili tarlalarda güzel zamanlar yaşadıkları belli olan köstebeklerin düz çizgiler halindeki minik minik tepecikleri… Köstebekler, yiyecek bulmak için bahçelerdeki gibi rastgele sağa sola bakmak zorunda değillerdi, ovadaki tarım endüstrisine uyum sağlamışlardı. Tüm bunları, -aylardır sosyal medyadan uzak duruşumdan olsa gerek- fotoğraf çekme refleksim sönmüş biçimde, öylece, doya doya izlemek ne güzeldi. Anlatmak için bakmamanın, anlatacak çok şey bıraktığını anladım bu gezide.

Fotoğrafçıların altın saat dedikleri zaman diliminde şehre varıp otelimize yerleştikten hemen sonra çıkıp yürüdük. Gideceğimiz yerin uzaktan o meşhur turkuaz yeşili görünürken, Dünya’da böylesine bir noktanın kaldığımız otelden birkaç dakikalık mesafede olması içimi şükranla doldurdu. Ama yürüdükçe boğazımda bir yanma da oluşmaya başladı, öyle ki sanki bir ince zımpara boğazıma dokuna dokuna geçiyor gibi hissettim her nefeste. Ortamın güzelliğine, güneşe tezat, hava öylesine kirliydi ki, boyutuna inanmakta zorluk çektim. Şehir içinin hemen hemen her yerinde birçok bacadan isli, kapkara bir duman tütüyordu. Konya’nın kışı insanın boğazını incitiyordu. Yürümeye devam ederken genzimdeki yanmayı unutup yine gülümsedim. Çocukluğumdan beri Mevlana’yı her düşünüşümde içim huzur buluyor.

Yıllar önce oğlum yaşlarındayken, annem Şeb-i Aruz zamanı Konya’ya gerçekleşecek bir tıp kongresine beni de beraberinde götürdü. İlk izlediğim Sema Törenini hiç unutmuyorum. Baştan sonra çıtımı çıkarmadan izlemiş olmama beraberimdeki bazı büyükler şaşırmıştı sanırım. O zamandan ve kendimden biliyorum, çocuklar Mevlana’dan çok şey alıyor. Hatta bazen büyüklerden fazlasını. 

günlüğümden

Şimdi yarıyıl tatili gezimizin ilk durağı olan Konya’da Mevlana’nın Türbesine doğru el ele yürürken oğluma;

“-Bak oğlum bana bazen soruyorsun ya, ‘Biz niye varız, neden yaşıyoruz?’ Bu soruların sözsüz cevaplarını bulmuş olanların bir zamanlar gerçekten yaşadığı bir yere gidiyoruz. Sessiz ol ki, verilen bilgiyi duyasın. Ama gerçekten sessiz olman gerek, çünkü o bilgiler kulakla değil, kalple alınır. Kimi zaman da bir şey anlamadım zannedersin, bazen yıllar sonra açılır içinde cevapları örten perdeler. Unutma bu dünyada kendini bilmekten, gerçek özünü tanımaktan önemlisi yoktur.” dedim

Başını hafifçe salladı. Söylediğimi anladığını hissettim ve gezinin ilerleyen zamanlarında yaptığı bir yorumdan da anladığını gördüm.

Çocukken evde bulduğum Buda’nın hayatıyla ilgili bir kitapta, Buda’nın ölmeden önce kendisini takip edenlere; ‘Kendinize yalnızca gerçeği ışık yapın.’ dediği bir bölümü okuduğumu hatırlıyorum. Sözün tam olarak böyle olup olmadığından emin değilim, üzerinden en az 30 yıl geçtiği düşünülürse. Ama ‘gerçek (hakikat)’ kelimesini çok iyi hatırlıyorum ve bende onun ne olduğu ile ilgili derin bir merak uyandırdığını da. Bu gerçeği uzunca bir süre gördüğüm, dokunduğum şeyler olarak anladım. Yıllar geçtikçe o gerçeğin anlamı defalarca kez değişti ve derinleşti, ama Buda’nın gerçekle neyi kastettiğini bilmeye ilişkin arzum hiç geçmedi. Ve bir süre sonra birçok kültürden, dinden aydınlanmış kişinin bu gerçekten bahsettiğini anladım. Ve anladım ki, tek bir gerçek vardı, öyle olmayan gerçek değildi.

Oğlum yaşamın anlamını beş yaşlarındayken bana sürekli sorduğu ‘Biz neden yaşıyoruz?’ sorularıyla sorgulamaya başladı. Bazıları bunları çocuksu, derinliği olmayan sorular olarak alıyor, bense çok ciddiye alıyorum. Ama burada bu konuyu daha fazla uzatmayacağım. 

Kaldığımız oteli çok sevdik. Girişte ayakkabıların çıkarılması, o tombik ayaklarıyla giydiği otel terliklerinin onu evinde hissettirişi ve ayakkabılığın üzerinde oturmuş yine o tombik ayaklarını sallaya sallaya küçük otelin sahibine o bitmek bilmeyen soruları… ‘Burada tek başına mısınız?’ ‘Kaç kişi çalışıyor burada?’ ‘Başka kalanlar var mı?’ ‘İşinizi seviyor musunuz?’ İçten bir merakla sorduğu sorulara cevap verirken otel sahibinin de onu sevdiğini hissettim. Aralarında sıcak bir iletişim oluştu ve bu etkileşim kaldığımız sürece iki taraf üzerinde de olumlu etkisini belli etti. Bıdık çevresine kendini seyreden narsistik kaygılarla değil, karşıdakini anlamak, tanımak arzusuyla bakıyor, bunu gerçekten çok seviyorum.

Konya, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinin yan yana görülebileceği tarih dolu bir şehir. Şehirde turistin pek olmadığı bir zamanda Mevlana Müzesi’ni gezi sonrası, günbatımının turuncu ışıklarıyla dolmuş aydınlıkta Türbe’yi ve Selimiye Camii’ni uzaktan gören bir banka oturup, bir yandan güvercinlerin kanat seslerini, bir yandan oğlanın anlattığı hikayeleri dinlemek ne güzeldi…

Ertesi sabah benim ricamla temiz bir nefes almak için, merkezden biraz uzaktaki Tropik Kelebek Bahçesine gittik. Çok şanslıydık, hava güneşli olduğu için her yerde kelebekler uçuşuyordu. Rengarenk, bakmaya, izlemeye doyum olmaz kelebekler. Keyifleri de oldukça yerindeydi. Kozalarını gördük, kimisinin kozalarından çıkışını, buruşuk kanatlarının kurumasını hareketsiz bekleyişlerini izledik… Kelebeklerin tırtıldan o muhteşem kanatlı böceğe dönüşümlerine, başkalaşımlarına gözle şahit olmak insan bilincini bir anda nasıl da ümitvar bir titreşime yükseltiveriyordu. Başkalaşmak…

Alanda yetişen kelebekler arasında hem dişi hem de erkek özelliklere sahip bir kelebek de bulunmuş. Bu bize, birçok kişi gibi çok önemli ve ilginç geldi.

Ayrı bir kısımda başka böceklere de yer verilmişti. Antik Mısır’da hayran olunan gübre böcekleri, tasavvuf edebiyatında önemli bir simge olan pervane, örümcekler… merak ve hayranlık uyandırıyorlardı. O sırada birden, geçen senelerde benden kendileri için baskı yapmamı isteyen bir arkadaşımın, desen örneklerini incelerken pervane desenime bakıp, ‘Baskı için böcekten başka bir şey bulamadınız mı?” dediğini hatırladım. Arı, kelebek, pervane, sinek… doğa dengesinin temeli olan, insanın çok şey borçlu olduğu bu canlılara bakınca etkilenmemek, etkilenememek… Son yıllarda bir şeyden eminsem o da; insanla doğanın karşılıklı iletişim içinde olduğu ve doğanın da kimi insanla etkileşimini azalttığı kimiyle de arttırdığı… Yani sen doğayı severken, doğa da seni seviyor aslında…

Öğleden sonra şehir merkezine döndük. Yine sokaklarında yürüdük boğazımız yana yana. Selçuklu mimarisin gönlü dinlendiren sade çizgileri, geometriyi ustalıkla kullanan taş işçiliğiyle bezenmiş eserleri arasında, Aziziye Camii farklılığıyla dikkat çekiyordu. Batının barok sanatından alınan esinle Osmanlı’da oluşan Türk Barok mimari yaklaşımının, zerafetiyle insanda dönüp dönüp bakma hissi yaratan nadir örneklerinden. İçeriye ferahlık veren kocaman pencereleri, şadırvanlı minareleri, mermer sütünlar… Aziziye Camii’nin Konya’yı ziyarette mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğuna karar verdik. 

Konya Arkeoloji Müzesi’ni de ziyaret ettik. Sararmış duvarlarının en son ne zaman boyandığı anlaşılmayan, birçok eserin yanında açıklayıcı bir yazının bile olmadığı müze öylece kendi haline bırakılmış görünüyordu. Müzelerine yüksek miktarlarda yatırım yapılan tarihi şehirler için oldukça anlamsız bir davranış kabul edilebilecek, bir arkeoloji müzesine bu derece değer vermeme durumunu, Konya’da gözlüyor olmaktan nedense hiç şaşırmadım. Tersini görseydim belki sürpriz olurdu.

Arkeoloji müzesinden sonra sevimli otelimize yürüyüp, girişte terliklerimizi giyip, odamıza dinlenmeye çıktık. Ertesi sabah da otelden ayrılarak, Konya Bilim Müzesine gittik.

Hem büyüklerin hem çocukların aktif biçimde uzun saatler geçirilebileceği, bilimsel açıdan genel anlamda uluslararası içerikle ve donanımla dolu, bilim tarihineyse sadece islam tarihi açısından yaklaşan, büyük bir yer Konya Bilim Merkezi. Girişinde çocuklar için bilim kitaplarının satıldığı büyükçe bir kitapçısı da var. Ziyaretimizden, son yıllarda yaptığım iş dolayısıyla, duyuların beyinde kapladıkları alanları orantısal biçimde gösteren vücut heykelini kendime not olarak aldım. El en büyük alanı kaplıyor beyinde. Oğlan en çok Mars’ta koloni kurmayı sevmiş. Eşim ise son zamanlarda astrofizik ve kozmoloji alanlarında yaptığı yoğun okumalar nedeniyle bu konularla ilgili bölümleri ilginç buldu.

Oradan çıkıp Eskişehir’e doğru yola koyulurken bir kez daha anladım ki, Türkiye’de herkes bir hikaye anlatıyordu geçmişe dair. Ancak bunların çoğu Mevlana’nın hikayelerinde anlattığı gibi, karanlıkta insanların bir filin elleriyle tuttukları yerden yola çıkarak koca fili tarif etmeye çalışmalarına benziyordu… Nihayetinde, Konya’yı gezmek kadar Konya’dan ayrılmak da bana iyi geldi, en başta akciğerlerime.

Bir sonraki yazımda Eskişehir izlenimlerimi yazmayı istiyorum…