Eskişehir ve Suyu

Eskişehir – Konya yolu. Hava kapalı, yağmur yağmış, tüm renkler canlanmış. Ve gökyüzünün o net koyuluğu… . Son bir aydır renkler, pigmentler üzerinde çalışıyorum ve hep mavilere gidiyor ellerim. Her renkten sıcak-soğuk iki üç tane renkle tatmin olurken, mavinin her rengi, her pigmenti olsun istiyorum… Onlarca mavi bana evimde hissettiriyor. Ah, bozkırın gökyüzü… Toprağı ne kadar yumuşak, mat renklerde ise, yüksek rakımda nemsiz gökyüzü bir o kadar canlı, net. Bozkır insanı sürekli sonsuzluğa, sınırsızlığa bakmaya çağırıyor… Kobalt mavi mi, al sana en temizinden. Bu yüzden mi bilmiyorum, Orta Anadolu’da nice lider, nice aşık berrak vizyonlar görmüş… Günlerdir gelip gidip kobalt mavinin kağıdıma sürdüğüm saf haline bakıp duruyorum. Çivit mavi midir Türkçe‘de tam karşılığı? Bilmiyorum, ama bileceğim. İndigo mavi için de, lapis mavi için de çivit deniyor. Bunlar aynı renkler değil. Pigmentleri aynı deği. 

Bozkırın baharına, karına ve her mevsimde gökyüzüne bakmaya doyum olmuyor. Neşet Ertaş ne güzel demiş; ‘Denizi seyretmek gibidir, bozkırda gökyüzünü seyretmek.’

Bozkırı bir de kışın yağmur sonrası, ıslakken boğaz manzarasını izler gibi hiç izlediniz mi? Boğaz manzarası diyorum, çünkü bu topraklarda İstanbul’a, Ege’ye, Akdeniz’e hayranlık duymaya onay vardır, tabir-i caizse ‘cool’dur oraları sevmek, oralarda yaşamak, ama bozkıra hayranlık duymak için hangi doğanın daha güzel ve beğenilesi olduğuna dair size akıtılmış tonlarca koşullanma ağırlığını üzerinizden atıp, ona sahip olduğu gökyüzü gibi açık, özgür bir zihinle bakabilmeniz gerekir. Ve eğer bu noktaya ulaşabildiyseniz, sadece bozkıra değil, kendinize, yaşama, sevdiceğinize, çocuğunuza, doğaya da bambaşka gözlerle bakmaya ve onları görmeye başlamışsınızdır. Bozkırı bir kez görebildiniz mi, siz yaşamda da bir şeylere bakmaktan bir şeyleri görmeye geçmişsiniz demektir. Özgür biçimde görmeyi öğrenmek de gerçek yaratıcılığın, özgün bir insan olmanın başında gelir. Daha fazla söze dökmek isterdim ama, bunu anlatmak çok zor… Gerçekten görmeyi anlatmak kolay olsaydı keşke. 

Safran sarısı, lacivert, kil rengi… Toprağın tüm parlak tonları, mavinin tüm koyu tonları birbirine karışmış…Arabanın penceresinden akıp giden dalga dalga yumuşacık tepelerde gizem var, korkutuculuk yok. Orta Anadolu’nun, gökyüzünden üstüne akan suya duyduğu şükran, her yani sararak bizi de içine aldı… Eskişehir’e gitmek ne güzeldi. 

Su.. Eskişehir’de yeryüzünden çıkan sıcacık kaplıca suyuna da doyduk. Odunpazarı’nı sadece sevimli ortamıyla değil, sıcacık kaplıca sularında gevşemiş biçimde yüzen bedenimin teşekkür ettiği bir yer olarak da hatırlayacağım. İnsanın yaşına, yağ oranına göre vücudunun %70 ile %50 sini su oluşturuyor. Beden suyunun kalitesi, akışı bedenin sağlığı da demek. Yaşamda gevşemek, gevşeyebilmek, bedendeki sıvı akışının düzelmesine izin vermek bu nedenle önemli ve insanın temiz, sağlıklı suyun şifasına kendini bırakma isteği de belki dünyanın en kadim bilgilerinden, sezgilerinden. Bir hamamın sıcak, buğu dolu havası içinde çatıdaki küçük camlardan tatlı tatlı süzülen ışıkta, mermerlerden yankılanan su ve yıkanan insan sesleri. Antik Yunanı, Romalısı, Selçuklusu, Osmanlısı, bugünün Cumhuriyeti, bu toprakta insanlar binlerce yıl türlü şekillerde ve özenle inşa ettikleri hamamlarda yüzüyor, bu sularda şifa bulan hücreleri binlerce yıldır benzer şükran duygularıyla dolup taşıyor. Ben de bu kadim geleneğin 2010’lardaki bir yansımasıyım ve kaplıca havuzuna atlamaması için adeta yalvardığım sudan neşe dolmuş oğlum da…

Eskişehir’de Konya kadar tarihi yer yok, ama görülecek, gezilecek yer çok. Beni en şaşırtan da ön yargıyla girdiğim Masal Şatosu oldu. Dışarıdan; Almanya’nın Bavyera bölgesinde yer alan, baktığı vadi manzarası adeta nefes kesen, birçok Disney filmine ilham olmuş, deli olarak da anılan masallara düşkün Kral II. Ludwig tarafından savunma için değil keyif için yaptırılmış, içinde o zamanın üstün teknoloji türlü türlü ilginçliklerini barındıran ünlü Neuschwanstein Şatosuna benziyor. Fakat bu yapı esas olarak İstanbul Galata Kulesi, Amasya Burgulu Kule, İstanbul Kız Kulesi, Adalet Kulesi, Mardin Ulu Kule, Diyarbakır Çan Kulesi, Antalya Yivli Kule gibi Türkiye’nin ünlü tarihi kuleleri birleştirilerek yapılmış. Çocuksu kral Ludwig’in Neuschwanstein Şatosu gibi çirkin mi güzel mi karar veremediğiniz oldukça tuhaf bir görünümü de var, ama büyüklere değil çocuklara hitaben yapıldığını düşünürsek ve oğlumun uzaktan gördüğünde verdiği sevinç tepkisinden anladığım kadarıyla da amacına ulaşıyor. İçeriye girince yolculuklardan yolculuk seçmemiz gerektiğini öğrendik. Oğlan Gizemli Yolu şeçti ve şatonun kulelerinden birini çıkmaya başladık. Bizi tiyatro oyuncusu olduğunu tahmin ettiğim geç bir peri kızı karşıladı. Çocukları topladı ve onlarla şatonun içinde oluşturulmuş devler, sihirli kuşlarla, bahçelerle.. dolu bir masal diyarında adım adım ilerleyen, mutlu sonla biten heyecanlı ve gizemli bir arayışa çıktı. Sadece çocuklar değil, bir yetişkin olarak ben de kendimi bir varmış bir yokmuş denilen o boyuta ışınlanmış hissettim. Masalların ve masal dinlemenin yaşı yok, hele ki masal dünyası içinde bir masal kahramanı olmanın…

Eskişehir’de yürünecek çok yer de var. Sütlü yeşil akan Porsuk Çayı ve etrafında uzanan yeşillikle kaplı yollar, parklar, hatta bir sahil. Sonra sevimli evleriyle Odunpazarı.

Odunpazarı’nda yer alanTarihi Kurşunlu Külliyesinde faaliyette olan Cam Sanatları Merkezi’ndeki açık atölyede sanatçıları cam yaparken izleme imkanı da var. Böyle bir fırsatı kaçırır mıyız, oturduk izledik bir süre. İçeride çalışan sanatçıların o sıra odaklanması ne azdı, ne de çoktu. Cam üflüyorlardı. Oğlan büyülenmiş gibi ağzı açık baktı. Dilerim bir gün bir sanatçının tam odaklanmayla çalışma anına da rastlar ki, işte o an mekanda açılan görünmez bir kapıdan masalların ötesindeki zamansızlığa adım atabilir. Güzellik, çirkinlik, hata yapma kaygılarından özgürleşmiş, tam dikkat çalışan bir sanatçının/zanaatkarın işinde, çevresinde adete ayrı bir frekans boyutu oluşuyor bana göre ve sırada çıkan iş de, edim de, oluş da geldiği üst boyuttan enerji saçan aşkın bir hal yansıtıyor. Keşke böyle bilinçle ortaya çıkan objelerle etrafımız dolsa. Çoğumuzun sanata ve son zamanlarda da zanaata bu kadar çekilmemizin sebebi sadece güzellik değil, zihin duruluğunda gerçekleşen o oluş haline bir an bile olsa dokunabilmek için bence. Samuraylardan, dokumacılara, hat, çini ustalarına… binlerce yıl türlü inanış, zanaatı, el sanatını bir aydınlanma pratiği olarak da kullanmış ve üzerinde yaşadığımız topraklar bundan istisna değil, hatta bunun kadim bir merkezi. İnsanların yıllara meydan okuyabilen tarihi eserleri görmek için bu kadar çekim duymaları da bu nedenden bence. Yapanı aşan bir bilinçle üretilen eserler bize özümüzü hatırlatırken, çevremizde bu tarz ürünlerin eksikliği gitgide onu yitirmemize yol açıyor…

Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ni de gezdik. Mumya müzesini’de. Ayrıca Odun Pazar’ına inşaa edilen Odunpazarı Modern Müze’nin mimarisine bayıldım.  Eti Arkeoloji Müzesi, Minyatürk gibi gezemediğimiz yerler de kaldı.

Gezimizin en duygulu zamanlarını da bana Odunpazarı’ndaki Eskişehir Kurtuluş Müzesi yaşattı. Odunpazarı, ismini Kurtuluş Savaşı sırasında halkın semtin meydanında yakacak odun temin etmesinden alıyormuş. Eskişehir, Kurtuluş Savaşı’nın kilit noktalarından biri ve müze küçük bir konakta olmasına rağmen, teknolojinin de imkanlarını yaratıcı biçimde kullanarak o zamanın birçok boyuttaki mücadelesini ve psikolojisini oldukça başarılı biçimde yansıtan bir yer. Yakın tarihimiz, insanın tasavvur ve dayanma gücüne dair muazzam esinlerle dolu. Değerini özellikle yurtdışında yaşarken daha derinden hissettiğim, her ne pahasına olsun bir sömürge olmayı reddetmiş ve bu mücadelesinde mucizevi biçimde başarılı olmuş bir milletin parçası olmaktan, onur duyuyorum. Müzeyi defalarca kez duygulanarak gözlerimin dolu dolu gezdim. Oyunlar, videolar sadece çocuklara hitab eden çok yeri de var.

Böyle böyle gezimizin sonuna geldik. Önceki yazılarımı okuyanlar içimdeki dirençleri aşarak, çizim konusuna biraz daha ağırlık vermeye karar verdiğimi bilecekler. Fırsat buldukça denemeler yapıyorum. Eskişehir’de son akşam otelde dinlenirken, bir yıldır neredeyse her gün bana eşlik eden sevdiğim sırt çantamı da, deftere uzanmaya üşenip o an en yakınımda bulduğum kalemle kağıda çizdim. İlkinde beceremedim. İkincisinde de. Üçüncüsü fena olmadı. Bu uğraşımı görüp ne yaptığımı merak eden oğlum bir süre sonra yanıma geldi, ‘Çok güzel olmuş anne! Nasıl yaptın?’ diye sordu. Ben de önceki bozuk çizimlerin olduğu küçük kağıtları gösterdim ve ‘İlk yaptıklarım olmadı. Olmayınca tekrar denedim.’ dedim. Bir şey söylemeden gitti ve benzer bir kağıt alıp bana şunları yazıp verdi. ‘Sevigiri Anne, Seni seviyorum.’ Sıkıca sarılıp, yumuş yumuş yanaklarını sündüre sündüre öptüm. Belli ki beceremediğini düşündüğü bir konuda heyecanlanmış, özgürleşmiş, cesaretlenmişti. Hangi konu olduğunu soruşturup anın büyüsünü bozmak istemedim. Anladım ki, yaratıcı çocuklar için mükemmel ebevenyler, okullar, kurslar değil çabalarından, tasavvurlarından, yaşamlarından ilham alacakları yaratıcı, samimi ebeveynler yeterliydi…

Eskişehir’den döndüğümüzde, sevdiğim çantam, oğlanın yazısı, müzelerden verilen tanıtım broşürlerinden parçalar keserek günlüğüme bir kolaj yaptım. Geziden haftalar sonra acelesiz yazdığım iki yazıda da gördüğüm, sosyal medyada takip, takipçi, paylaşma ve yorumlardan özgürleşmiş yaşam, her şeyin çok daha doya doya, sindire sindire yaşandığı bir yaşam. Keşke çok daha önce uzaklaşsaymışım diyorum.

Yazımı bitireyim artık:) Eğer aradığınız sanatı, yaratıcılığı içtenlikle kutlayan, destekleyen bir yer ise, Eskişehir böyle bir yapı sergiliyor ve bu yönüyle de geçmişini tekrarlayan, ona takılan değil, her yaştan insanın hayal gücünü, yaratıcılığını canlandırıp geçmişin üzerinde daha yaşanılası bir geleceği inşaa etme çabasında olan bir şehir… Ve her anlamda gezilesi, görülesi bir Orta Anadolu şehri…