
Sanki içimde bazı motivasyonlar aşama aşama azalıyor. Sosyal medyadan sonra, yazdığım her yazıyı e-postayla bildirme isteğimi de yitirmeye başladım. Yaşamda zamanın gerçek değerini daha derinden idrak etmek, hem kendimin hem diğer insanların zamanlarını ve dikkatlerini giderek daha da önemsememe yol açıyor. Facebook ve instagram kullanmayı bıraktıktan yedi ay sonra, e-posta ile paylaşım bildirimlerimde de ufak bir farklılığa gideceğim sanırım.
Birincisi daha fazla yazmak istiyorum, ikincisi takipçilerimin e-posta kutularını yazılarımla doldurmak istemiyorum. Bu iki arzum sürekli çelişiyor. Söz konusu duruma çözüm olarak aklımda her yazıyı bildirmek yerine, yazıların bağlantılarını içeren mini dergiler halinde ayda bir iki e-posta bildirimi yapmak var. Onun dışında, yazıları düzenli okumak isteyenler için bloğum burada zaten hep açık. Yazılardan düzenli haberdar olmak isteyenler WordPress okuyucu veya RSS bildirimleri alan her hangi bir uygulamadan da faydalanabilirler. Bunu sizin kendi seçiminize bırakmak istiyorum. Benim şu an tek arzum istediğim sıklıkta ve gönül rahatlığıyla yazmak.
Sağnak gibi yağan paylaşımların arasında benim paylaşımlarım da bir insanın, karşısındakinin gözünün içine bakmasından, bulutların gökyüzünde tatlı tatlı geçişini izlemesinden ya da oğlum gibi tüm arabaların neredeyse aynı renkte olduğunu fark etmesinden ve daha nice şeyden bir süre olsun dikkatini alıkoyuyor. Bir kişi aslında yaşamı demek olan o değerli dikkatini, zamanını verdikten sonra gözlerini ekrandan kaldırdığında, etrafındaki şeylere bir milim bile olsun daha değişmiş, farkındalık kazanmış şekilde bakmıyorsa, bunu sağlamıyorsa paylaşımlarım bence bana da dikkatini vermemeli… Zaman, ömür demek… Bir ömrün nasıl ve neye harcandığından kıymetlisi var mı? Ve toplum ve onun değerleri, hepimizin ömürlerimizi nasıl ve neye harcadığımızla oluşmuyor mu?
Facebook ve instagram’dan uzaklaştığımdan beri yaşamımda onlardan açılan zamanı ve dikkati, okumaya vakit ayır(a)madığım romanlar aldı. Romanları da türlerinin en iyilerinden seçmeye özen gösteriyorum. Uzun süredir neredeyse sadece felsefe, bilim, tarih veya araştırma kitapları okuyordum. Bunlara, kırk yaşının yaşam, bilgi ve tecrübe birikimiyle, fırsat buldukça değil düzenli biçimde roman okumayı eklemek harika oldu. En başta ruhum için.

Sizlere bir yazımda nasır tutmuş cildin, tutmamışa nazaran daha fazla ayrıntı hissedebilidiğinden bahsetmiştim. Cildin ucundaki aşırı duyarılı sinir uçları vücut tarafından daha kalın bir deriyle kaplanarak etkisiz hale gelince el dokunmaktan imtina etmemeye başlıyor ve taze cildin ilk başlarda duyduğu o acı artık olmadığından duyular dokunduğu şeyi daha iyi kavrayabiliyor, hissedebiliyor. Bu şekilde kişi ellerini öncesinden çok daha kolaylıkla ve beceriyle kullanabiliyor. Bunu ben de bizzat tecrübe ettim. Ellerimin çalışmaktan bazı yerlerinin nasırlaşmasının getirisi, kesme aletlerini daha iyi kavrayarak kalıp oymak gibi aynı anda hem ince motor kas kontrolü, hem de el-kol büyük kas gücünü gerektiren işlerde yaralanmadan ve daha etkin kullanabilmem oldu. Bahsettiğim beceri zamanla geliştiğinden, verdiğim eğitimlerde kendi kullandığım sert linolü ve keskin oyma bıçaklarını asla yeni başlayanların ellerine vermiyorum. Kontrolün gelişmesi sonucu eli kesmekten daha az korkmak (ki bu kesikler uygulanan kol gücünün etkisiyle bazen hiç de öyle hafif olmuyor) yapılan işin kalitesinde çok şeyi değiştiriyor. Bunu insanın orta yaşta ulaştığı idrake de benzetiyorum. Yaşam tecrübeleriyle yeterince nasır tutmuş bir zihin ve kalple özellikle klasikleşmiş kitapları okumak gençken okumaya hiç benzemiyor. Gerçekten her yaşın bir güzelliği var.
Bu Pazartesi yine dillere destan olmuş bir romanın son sayfasını çevirdim. Kitap bu yaşıma kadar okuduğum belki de en güzel kitaptı. Kitabın yazıldığı dili ana dilim olarak konuşabiliyor olduğum için şükran duydum. Bitirdiğimde içimde neden daha önce okumadım diye bir pişmanlık oluşmadı, çünkü biliyorum yukarıda anlattığım sebepten onu bugün anladığım kadar derinden anlayamayacaktım.
Roman kurgusuyla, ritmiyle, karakterleriyle, abartısız, ağdalanmamış anlatımı, zengin sembol ve imge dünyasıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikaye anlatıcılık dehasına insanı ağzı açık şekilde hayran bırakıyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı, sadece onun dehasının değil onun parçası olduğu damıtıla, damıtıla, doğu ve batı arasında bir o köşeye bir diğer köşeye sallana sallana sezgiyle akılın mükemmel dengesine ulaşma yolunda olan bir kültürün gözlem yapma, yaratıcılık ve anlatım biçiminin de en mükemmel dışavurumlarından.

Hikaye, Tanpınar’ın elle tutulabilirmiş kadar gerçekçi hale getirdiği çeşitli karakterler açısından zengin. Çoğu romanı okuyan gibi benim de (özellikle de zanaatle uğraştığım için) en etkilendiğim karakter saat tamirinde ustalığa erişmiş ve bu sanata, işe, zamana, eşyanın tabiatına yaklaşımının derinliğiyle doğu felsefesinin isimsiz, gösterişsiz bir bilgesi olarak muhteşem bir biçimde tasvir edilmiş Nuri Efendi oldu. Buna doğu felsefesi diyorum, çünkü zanaatin icrası esnasında yaşama, ötesine, doğaya, maddeye, güzele ve güzel ahlaka dair derin anlamlar, bilgiler idrak eden bu yaklaşımı sadece yakın coğrafyada değil uzak doğuda da (mesela Japonya) görebilmek mümkün. Bu anlamda Nuri Efendi satırlara, sanatını icra ettiği küçük muvakkithanesindeki çalışma disiplini, yargı ve zanlardan uzak olan zihni, anda meydana gelenlere verdiği muazzam dikkatle genişlettiği bilinciyle kültürleri aşan evrensel değerlere ulaşmış bir bilge olarak yansıyor. Nuri Efendi’nin ulaştığı bilgeliğin sonrasında ‘paketlenme’ ve ‘pazarlanma’ tarzı da günümüze dair çok şeyi çağrıştırıyor.
Beni bir diğer etkileyen karakter de Emine oldu. O bir yan karakter olarak ele alınırken, aslında romanın en baş karakterlerinden biri olduğunu görüyorsunuz. Anadolu insanının en derin özlemlerini, özelliklerini simgeleyen varlığıyla tüm sahneyi sade gün ışığı gibi aydınlattığı, yokluğuyla ise giderek ortamın karardığı, solduğu o ‘koşulsuz sevgi, yaşam sevinci ve sezgi gücünü’ temsil ediyor. Bu rolü sonrasında Ahmet devralarak, kendi kişiliğinde, koşullarında modern zamana eviriyor. Onların varlıkları insan doğasının bu topraklarda en zor koşullarda bile ayakta kalabilen, yeşerebilen, şifa veren özelliklerine dair ümit aşılıyor.
Hayri İrdal, Halit Ayarcı, Seyit Lûtfullah, Abdüsselâm Bey, Doktor Ramiz, Cemal Bey… Bu roman hakkında hepsi üzerinden saatlerce konuşabilirim. Eğer yaşlılığımı da görürsem o zaman bir kez daha okuyacağım.
Bu sözü defalarca duydum ve bir kez de ben tekrarlamak istiyorum. Bu romanı okumadıysanız, ömrünüzde bir kez mutlaka okuyun.
Ve yazıyı kitapta Nuri Efendi’nin sevdiğim sözlerinden biriyle son vermek istiyorum.
“Hele bir zamanına sahip ol… Ondan sonrası Allah kerimdir!”
