
Bu yaz yollardayız. Benim için de, gözleyecek, doya doya çizecek, boyayacak birçok fırsat oluşuyor. Kendimi ve doğamı anlamak için çiziyorum, görmek için çiziyorum, bilmek için çiziyorum. Hiç şikayetçi değilim bu çabamdan, ancak bu iş ciddi dikkat istediğinden her zaman kolay olduğunu söyleyemem. Fırsatını bulduğumda, eskiz için gereken odaklanmayı bazen bir otelin kahvaltı yerinde, bazen sahilde bir şezlongda, bazen balkonda, bazen bir müzede, bazen ormanda, bazen de yakıcı güneşin altında oluşturmaya çalışıyorum.
Bu yazıda paylaştıklarımın hepsi Göcek ve çevresine ait. Baktıkça tüm gezimiz gözümde canlandı. Çizdikçe çizdikçe yaşadığım, ait hissettiğim coğrafyayı, doğayı tüm duyularımla daha da iyi görüyorum, tanıyorum, özümsüyorum ve daha da seviyorum. Nasıl nasıl güzel bir ülkede yaşıyoruz. Her yanı farklı, her yanı ayrı güzel. Her yerinden başka bir palet, renk uyumu ortaya çıkıyor.

Dünya’da, eskizlerle, sanatla yaşamda not tutmak giderek yaygınlaşıyor. Bunun altında yatan psikolojik nedenleri anlıyorum. Onlarla ilgili sonra konuşurum. Ama Türkiye’nin coğrafyasını, doğasını renklendirmenin diğer coğrafyalara kıyasla gözlediğim bir farklılığı var; o da insanın yanına aldığı paletinin her rengi ve tonlarını çalışmaya hazırlıklı olması gerekliliği. Mesela birbirinden çok uzak olmayan Muğla’nın iki ilçesi Fethiye ve Bodrum’da bile bambaşka renklerle, bitki örtüsüyle ve ışıkla karşılaşıyorsunuz. Bodrum’da mavinin birçok tonu, az yeşil, açık toprak tonları, Fethiye’de mavi, yeşilin birçok tonu ve koyu toprak tonları. Anadolu’nun iç taraflarına gittikçe sarının ve toprak tonlarının binbir çeşiti…
Üç farklı iklim kuşağının kesişiminde, üç tarafı denizlerle çevrili, 0 ile 5000 km arasında değişen rakımlara sahip, üzerinde yaşadığımız Anadolu Yarım Adası, Avrupa kıtasının toplamından bile fazla endemik bitki çeşidini bünyesinde barınıyor. Bu biyolojik ve coğrafi zenginliği, onu resmetmek için her an yanınızda taşıyabileceğiniz minik bir renk paleti hazırlamak istediğinizde daha da iyi fark ediyorsunuz. Türkiye’de yazın belki de en az değişen, boyamaya ve bakamaya doyamadığım o açık kobalt mavi gökyüzü…



Göcek’te konaklamamızın bizim için en güzel zamanları Günlüklü’de, eşine dünyada az rastlanır, Anadolu’nun endemik Sığla ağaçlarından oluşan ormanında geçirdiğimiz anlardı. Yaprak döken ormanlar oldum olası beni büyülemiştir, bir de ona Sığla ağacının hoş kokusunu, sıklığına rağmen aydınlığını ve yoğun ağustos böceği sesini eklersek, içinde insanın rüyalara dalmaması, kendisini bir orman, bir ağaç perisi gibi hissetmemesi bana imkansız gibi geliyor. Sığla ağaçları yürürken insanın kulağına sürekli tatlı, muzip bir şeyler fısıldar gibiler.
Sığlanın yaprakları nasıl güzel! Şekilleri çınar yaprakları gibi ama daha küçük, ışığı daha geçirgen, daha sık, daha açık yeşil ve daha zarifler. İçindeki tatlı yeşil pırıltılı aydınlıkla kayın ormanını da çağrıştırıyor, ama dediğim gibi, Sığla ormanında hiçbir ormanda karşılaşmadığım kendine has neşeli, insanın ruhunu yükselten bir aura var.
Maalesef Sığla Ormanları da Anadolu’daki birçok endemik tür gibi yaşam alanlarını daraltan artan yapılaşma, tarım ve benzer nedenlerle soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya.


Kaldığımız küçük otelin bahçesi de zeytin ve muz ağaçlarıyla doluydu. Kahvaltıda, nemli Akdeniz sıcağı kendisini hissettirmeye başlarken, sanki yavaş bir dans yapıyormuş gibi koca koca yapraklarını rüzgarla dalgalandıran muz ağaçlarını izlemek çok hoştu. Üç dört gün içinde koca çiçeklerinin açılarak muz meyvelerine hızla dönüşmesine de şahit olduk. Çok ilginçti. Çiçeğin açılması sesli gerçekleştiğinden bu süreç ‘muz doğumu’ olarak da adlandırılıyormuş.
Otelin arkasıda orman başlıyordu, ancak arkada uzanan dağın tepesinin bir kısmındaki ağaçlar Dalaman’dan Göcek’e kadar ulaşan son orman yangınında yanmış kül olmuştu. O gece yangının yaklaşmasıyla otelin tedbir olarak boşaltılması da gerekmiş, ancak alevlerin yerleşim alanlarına ulaşmasına az kala mucize gibi rüzgarın yönü değişmiş ve hatta bu mevsimden hiç beklenmedik şekilde hafif bir yağmur da yağmış.
Bizim arda kalanlara baktığımızda bile yüreğimizi acıtan manzaranın oluşmasına yol açan afet, Göcek’in yerlisinde derin bir yara açmışa benziyordu. Kimisinde hala bir yas duygusu vardı. Gün içinde sürekli, mevsimlik işçilerin yanmış ağaçları kesen elektrikli testerelerinin dağdan yankılanan seslerini işitiyordunuz. Bir taksi şöförünün o gece hayvan barınağına kadar ulaşan yangında köpekler yanmasın diye hepsini araçlara doldurup doldurup futbol sahasına taşıyarak yanmaktan nasıl kurtardıklarını, ancak ormanda ve çevrede nice canlının kurtarılamayarak öldüğünü söylerken sesindeki keder o kadar derindi ki, oğlan hemen arkasından kızgınlıkla ve üzüntüyle o elma yanaklarını büzerek ‘Orman yangını çıkaranlarla mücadele eden kahramanların olduğu bir bilgisayar oyunu yapacağım ben. İnsanlara ormanları korumayı öğreteceğim.’ deyiverdi.


Beş gün boyunca Göcek’i, renklerine kendi renklerimi, jestlerine kendi jestlerimi karıştırarak çizdim boyadım, sonunda sayfalarda birbirimize karıştık. Şimdi geride kalan tüm o paylaştığım ve paylaşmadığım resimlere baktığımda bu beş günde deniz, kum, güneşten öte neler neler duyumsamış olduğuma, ne kadar çok öğrenmiş, ne çok ayrıntının, ne çok güzelliğin aklımda yer etmiş olduğuna şaştım kaldım.

