Birçok sanatçı, ne kadar tecrübe kazanırsa kazansın boş beyaz bir sayfanın önünde, başlamadan önce oluşan kaygının hiç geçmediğinden bahseder. Bu kaygıyı artık ben de tanımaya, anlamaya başladım. Kağıt iyiyse yazık etmek istemez insan veya bir ümit yapabilirim diye başladıktan sonra beklediğinden kötü bir sonuç çıktığını görmek istemez, bazen o anki beceriksizliğiyle, yetersizliğiyle yüzleşmek istemez ya da bazen sayfaya bakıp oraya ne çizmek istediğini bilemez, aslında o an kendiyle çok temasta olmadığını, olmaya izin vermediğini hissetmek istemez ya da yeni bir şey ortaya koyarken beğenilmeme, başarısızlık korkularıyla yüzleşmek istemez insan… Yaratıcılık, farkında olmaya ve farklılık getirmeye cesaret etmektir. Bu ikisi ne kadar büyükse, ortaya çıkan iş de o kadar büyük, o kadar etkili olur. Bir insanın, bir toplumun yaratma cesareti zamanla artabilir de, azalabilir de. İşte tüm bunların ışığında ben, boş beyaz bir sayfa gibi uzanan koca bozkırın ortasına bir şehri, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentini yaratmayı hayal etmeyi ve bunu başarmayı tarihimizin gelmiş geçmiş en yaratıcı hareketlerinden biri olarak görüyorum.
Evet, Ankara şehri bu toprakların on bin yıla uzanan gelmiş geçmiş medeniyetler tarihi içine hayal, tasarım ve imar sürecinde teknolojinin, bilimin, bozkırın çetin koşulları nedeniyle üst düzeyde katılmak zorunda olunduğu en yaratıcı, en vizyoner, en cesur ve başarılı eserlerinden biri bana göre.
Giderek daha da anlamsızlaşan güzel mi, çirkin mi, yok gri mi beyaz mı tartışmalarından bir adım uzaklaşarak, bozkıra, Ankara’ya bugüne kadar Atatürk gibi bir yaratıcı gözle bu toplumda kaç kişi, kaç sanatçı baktı, bakabildi bilmiyorum. Sanat, temellinde ifadeden önce görme işi ve aslında ne görüyorsan osun da denebilir. O zaman yani bundan yüz yıl önce, o sonsuzmuş gibi uzanan bozkırda yoktan var edilecek ormanları, sürdürülebilir tarımı, dünya standartlarında okulları, üniversiteleri, hastaneleri, sanayii, müzeleri, parkları, spor komplekslerini, tiyatroları, sinemaları, caddeleri, sokakları, yaşayan, okuyan, çalışan, üreten insanlarıyla bir başkent görmek, sadece üstün liderin değil, aynı zamanda üstün bir sanatçının işiydi.
Yaşama, geleceğe, biraz olsun onun yüz yıl önce bozkıra bakıp da gördüğü sonsuz olasılıklara bakmak, bakabilmek istiyorum ve belki de üç kuşak doğma büyüme Ankara’lı olarak bu metafor farkında olsam da, olmasam da yaşamda benim en baş, en bitmez tükenmez ilham kaynaklarımdan biri oldu;
Yaşama Atatürk’ün bozkıra baktığı gibi bakmak, bakabilmek!
Burası bu yaz oğlumuzla ziyaret ettiğimiz, Ankara Etnoğrafya Müzesi binası… Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sadece bir müze olması amacıyla inşaa edilen ilk bina. Mimarı Arif Hikmet Koyunluoğlu. Temeli 1925 yılında atılmış, müzenin ziyarete açılması 1930 yılında olmuş ve 1938-1953 yılları arasında Atatürk’ün kabri taşınana kadar Anıtkabir de görevini yapmış bir bina.
Bu binada onun Anıtkabir’e taşınan naaşından boşalan ve hala anısına korunan alanın karşısında dururken, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi edebiyatçılarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Yaşadığım Gibi kitabındaki satırlarında Atatürk’ü anlatışı ve ona olan derin hayranlığı içimde yankı buldu. Tanpınar;
‘Atatürk gibi milli varlığın her alanında yaratıcı eserler bırakan, dehasının mucizesiyle bütün milli hayatı yoğurup dirilten bir insandan bahsetmek daima güç bir şeydir. Çünkü Atatürk’ten bahsetmek, fanilerin diliyle bir mucizeler zincirini anlatmak demektir. Mucize, mucize ile anlatılır. Onun içindir ki kahramanların gerçek yüzleri sanatta görülür….
Gerçekten Mustafa Kemal’in dehâsı, daima gününün meseleleriyle onların içinde, onların havasında yaşadı. Onu herhangi büyük bir kumandanda, büyük ve başarılı politika adamından daha üstün, çok üstün, çok yaratıcı yapan şey, bir tek adamın zekâsını bir milletin hayatında bu kadar şümullü bir merhale haline getiren cemiyet meseleleri üzerinde kendi kendisini böyle teksif olması, bütün varlığını onların emrine vermesi, şahsiyetini onlarda idrâk etmesidir.
Bir milletin yaşama iradesinin en lâzım olduğu bir anda kendi nefsinde yaratıcı bir kudretli halinde hazır bulabilmek ve bir ocaktan, merkezî bir yıldızdan dağılan aydınlık gibi onu tam zamanında etrafa dağıtabilmek için ilkin o milletin içinden yetişmek, sonra bütün ömrünce onu yaşamak tabiî şarttır. Bizzat kendisi, “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurdun, bağrından çıktığımız Türk Milletinin ve bir de milletler tarihinin fâcia ve ıztırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.” derken bunu söylemiş oluyor.
Vatanının, milletinin, insanlığın ızdırabını şahsî bir tecrübe ve talih gibi yaşadığı içindir ki Mustafa Kemal bir kahramadır. Bu tecrübeyi şahsî dehâsıyla bir kurtuluş kapısı yaptığı için de eşsizdir’
Kendini hem bir milletin hem de insanlığın ayrılmaz parçası hissetmek… Bu kitaptan, Tanpınar’dan daha nice satır var buraya yazmak istediğim…
Bu bina ilk kurulduğu zamanlarda çekilen fotoğrafta görünenlerle şimdiki Ankara arasındaki fark insanı gerçekten şaşırtıyor. Bu muazzam farklarda, gelişmelerde rol oynayan kuşaklarla, bu farkları gün be gün görerek, yaşayarak büyüdüm ve Ankara’da çok iyi bir öğrenim gördüm, bunların karakterimdeki etkisi yadsınamaz. Bu nedenle çalışmaya, araştırmaya, öğrenmeye, emek vermeye, yaratıcılığa ve yapabilirliğe yüreğimde derin bir inanç taşıyorum. Ankara sadece varlığıyla bile bana bu inancı aşıladı. Daha da gelecekte şehrin içinde taşıdığı o yaşam ve enerji dolu tohumun tamamiyle açılacağını, büyüyüp serpileceğini ve insanlar için muazzam yaratıcık ve ilhamla dolu bir yer haline geleceğini de biliyorum, hissediyorum.
Şimdi bugüne Etnoğrafya Müzesine geri dönersem, bir kısmı ziyarete tadilat nedeniyle kapalıydı. Hemen yanında yer alan, yukarıda binasını gördüğünüz Resim Heykel Müzesi ise tamamıyla kapalıydı, ama Etnoğrafya Müzesi’nde şu an az da olsa sergilenen Türk El Sanat Tarihine ilişkin eserler arasında göze çarpan, etkileyici örnekler görmek mümkündü.
Ben Selçuklu seramiklerinin önünde epey zaman geçirdim. Genelde, çini tarihinin Osmanlı örneklerini büyük hayranlıkla seyretsem de Selçuklu sanatı bezemelerini daha doğaçlama, doğayla bütünleşik ve yaratıcı bulmam ve de kobalt ve bakır pigmentlerin hayranlık duyduğum tüm o firuze renk tonlarının kullanılmış olması nedeniyle daha çok beğeniyorum. Kullanılan motifler daha masalsı geliyor.
Sergilenen eserler arasında dikkatimi çeken bir diğer parça da Uygur’lara ait bir minyatür bezemeli alçı levhaydı. Türklerde minyatür sanatının gelişimine dair çeşitli açıklamalar bulmak mümkün. Bunlardan biri de Minyatür sanatının Orta Asya, Uygurlar’dan Anadolu’ya geçtiği. Kaynaklara göre Orta Asya’da Türkler İslamiyetten önce ağırlıklı olarak Manihenizm ve Budizmi benimsemişler. Bugün ulaşan tarihi parçalar o dönemde yani 9 yy. da Mani Dini’nin etkili olduğunu göstermekte. Anadolu minyatür tarihi hakkında dilerseniz daha detaylı bilgiyi Kültür Bakanlığının Kültür Portalından edinebilirsiniz.
Konu Minyatüre geldiğinde bir parantez açarak, yaratıcı çalışmalarını ilgiyle izlediğim günümüzün minyatür sanaçısı Murat Palta‘nın ismini anmadan da geçmek istemem. Sanatçının yaratıcılık sürecini daha fazla tanımak isteyenler için öncelerde dinlediğim şu konuşmasını da not olarak buraya bırakıyorum.
Biz müzeyi yaz ortası gezdik ve içimde yankılananlar böyle, ama şimdi gidecekler sanırım daha şanslı çünkü gezilerine bir de Ankara’nın sonbaharı eşlik edecek. Ve Ankara’nın sonbaharı çok güzeldir…