

Ağustos’ta üç hafta kadar süreyle gezdiğimiz Portekiz’den döndüğümüzden beri, bu yazıları nasıl yazacağımı düşünüyorum. Eskiden gezilerimi instagramda gün be gün paylaşıyordum, ama uzunca bir süredir öyle yapmıyorum. Artık deneyimlerimi naklen değil, sonrasında doya doya, kafamı derleye toplaya, düşüncelerimi ekleye ayıklaya yazıyorum. Bana daha iyi geliyor, daha çok şey öğreniyor, daha bütünleşiyorum. Yazmak içimden gelen, özen gösterdiğim bir şey. Ve de şimdi Portekiz’i yazmak istiyorum. Ama nasıl?
İlk Portekiz’in tarihini, doğasını, sanatını, coğrafyasını detaylı detaylı anlatmalıymışım gibi geldi, sizi bilgilendirmeliyim gibi geldi. Sonra kendime ‘neden’ diye sordum? Ben öyle bir gezi yazısı yazmak istemiyorum ki, Portekiz tarihini isteyen olursa açıp okuyabileceği zaten sonsuz kaynak var. İber yarımadasının tarihinde yüzyılları aşan sürelerle hüküm süren Romalıları, Müslümanları ve deniz keşifleri, ticareti ve sömürgecilikte dünyanın önde gelen Portekiz Krallığı dönemini, cumhuriyetin ilanı sonrasında askeri dikta ve ihtilalle şekillenen geçmişini ve şimdinin Avrupa Birliğine üye Portekiz’ini anlatan kitaplar, broşürler, internet siteleri… Dolu…
Ben her seyahati kendi içimde olan bir yolculuk olarak da görüyorum. Sadece Portekiz’de değil, gezerken içimde keşfettiğim tanıdığım tanımadığım yerleri ve tüm gezilerde yaptığım gibi farkına vararak kendime kattığım veya geride bıraktığım parçalarımı anlatmak istiyorum.
Geçen yıl Norveç doğasında özellikle de Lofoten’da geçirdiğim günler sonrasında, sosyal medyadan uzaklaşma kararı almıştım ve beraberinde bir yıl içinde odaklanmamda, dikkatimde, sabrımda ve ürettiklerimde önemli değişimler gerçekleşti. Odaklanma kalitem arttıkça kendimi ve çevremi daha da derinden gözlemeye ve gözledikçe de farkına vardığım bakışımı kağıda daha fazla katarak çizmeye başladım.
Portekiz’de de 5 dakika, 10 dakika, bir saat bulduğum her fırsatta, motivasyonda, taslaksız çizdikçe, boyadıkça ortaya çıkanlardan giderek kendi tarzımı, çizgilerimi, ifademi, renklerimi bulmaya başladığımı görüyorum. ‘Çiziyorum!’ Bunu size değil, aslında çoooook yıllar önce resim yapmayı bırakmış, şimdiyse kocaman gözlerini sevinçle açmış bakan içimdeki elma yanaklı küçük kız çocuğuna söylüyorum.

Evet, bu girizgahı daha fazla uzatmadan şöyle bir başlangıç olabilir. Turizm Portekiz’in en önde gelen geçim kaynaklarından biri ve ülke turistle dolup taşıyor dersem pek abartmış sayılmam herhalde.

Kaldığımız süre boyunca turist olarak ne kadar kazıklandık bilmiyorum, ama ‘Bismillah’ deyip ülkeye adım atmamızla Lizbon’da havalimanından ilk bindiğimiz taksinin taksimetresini gizleyip normalden daha fazla para alması bir oldu. Bir turistin en saf ve en yorgun zamanlarından biri olan havaalanından çıktığı anı, Türkiye’de, özellikle İstanbul’da örnekleri görüldüğü gibi, Portekiz’in bazı fırsatçı taksicileri de kesinlikle kaçırmıyor. Bu bahsettiğim öyle gelenekselleşmiş ki, Lizbon’la ilgili bazı seyahat notlarında bir uyarı olarak bile yer alıyordu. Ülkeye adım atar atmaz yaşadığımız, kaçınamadığımız bu tecrübe ağızımızda bozuk tat bırakarak, ‘acaba şu an kazıklanıyor muyuz’ tatsız düşüncesini zaman zaman aklamıza getirse de cevabını asla tam olarak bilemeceğimiz bu konu, eşimle benim aramda, her gününden ayrı bir keyif aldığımız gezinin sonuna kadar konuşmamaya karar verdiğimiz bir tabu olarak kaldı.

Lizbon, Alfama’da dört gün kadar konakladığımız modern ve sanatsal öğelerle döşenmiş, genç, dinamik, kültürlü çalışanları olan küçük oteli hepimiz çok sevdik. Odamızın Lizbon’a has manzarası da sabahın erken saatlerinde, oğlan uyurken, eşim e-postalarını, haberleri okurken bana pencere karşısında oturup sakin sakin çizim yapma şansı tanıdı.
Otelin tüm duvarları son dönem gravür ve serigrafi baskıların harika örnekleriyle doluydu. Giriş holünde duvarda asılı dev pano ise, çeşitli küçük kare duvar seramiklerinden oluşturulmuş bir mozaikti. Pano, düşük çözünürlüklü fotoğraf mantığıyla yapıldığından, büyük panoya direkt bakıldığında anlaşılmayan kadın portresi, kamerayla çekilen fotoğraflarda kare seramikler pikseller gibi birbirlerine yaklaşlaştığından çözünürlük artmış gibi bir etkiyle beliriveriyordu.
Orta çağda bölgede yaygın olan İslam süsleme ve çini sanatından alınan ilham sürdürülüp geliştiren Portekiz’de, çini ve seramik sanatının çağa ayak uyduran ve süregelen evriminin nasıl sağlandığını sadece şehirdeki Ulusal Çini Müzesinde değil, bu ve buna benzer örneklerle sokaklarda, binaların dışında, yaşamın her yerinde gördük. Portekiz’de çini hala yaşıyordu, hayatın önemli ve vazgeçilmez bir parçasıydı.
Otelin bulunduğu Alfama, hem liman yakınında tarihi bir yerleşim bölgesi hem de şehrin en görülesi yerlerindendi. İnsan hiç müze ziyaret etmese, bu sokak aralarında dolaşsa, bir masada oturup bir kadeh şarap içse bile, Portekiz kültürünü hissetmeye, anlamaya yeterdi. Akşamları bazı restoranlarda Fado dinletileri oluyordu. Bir şanş bir akşam yer bulup tecrübe edebildik. Oturduğum masanın camından milimetrik ölçülerde gördüğüm Tejo Nehri’nin üzerinde güneş batarken, Fado restoranda çınlarken içimde yükselen duygular; hüzün, nostalji ve aşk oldu… Portekiz insanı geçmişte çok acılar görmüş, duygu dolu. Bu müziğe de yansımış. Fado tarzında, icrasında ciddi kuralları olan önemli bir sanat, bir kültür.
Sonra yan masaya gözüm kaydı. Dört kişilik Portekizli bir aile oturuyordu. Duruşundan, ifadesinden kendisini aile reisi konumunda gördüğü anlaşılan, büyükçe göbekli, beyaz saçlı, orta yaşlı bir adam, karşısında hiç istemeyerek orada olduğunu tüm hücreleriyle belli etmek ister tavırlı, elindeki instagram açık telefonundan başka bir şeyle ilgilenmeyen 17-18 yaşlarında bir genç kız, adamın yanında telefonundan başını kaldırdığı zamanlarda masaya sevimli şakalarla mavi boncuk dağıtan, durumu daha idare eder gözüken yine aynı yaşlarda bir genç delikanlı, onun karşısında artık benzer çatışmaları yaşamaktan, ara bulmaktan içsel olarak istifa etmiş, babayla kız arasında süregelen sessiz inatlaşmaya bazen çaresiz gözlerle bakan anne. Hep birlikte Sangria içiyorlardı.
Restoranda Fado -belki bizdeki karşılığı fasıl olabilir- başladığında masalardaki mum ışıkları dışında tüm ışıklar söndü, yandaki baba da oldukça ciddileşti ve kendisini müziğe bıraktı. Ara sıra gözlerini kapatıp müziği mırıldanıyor, ara sıra da önünde seri şekilde instagramda paylaşım beğenen kızına içerlenmiş bakışlar atıyordu. Benim de önümdeki oğluma gözüm kaydı. Sadece akşamları tanınan kısa süre kullanma hakkının bir saniyesini bile ziyan etmek istemez gibi masanın altında tuttuğu tablete kilitlenmişti, Fado falan umurunda değildi, ama yan masadan belki tek fark onun dışındaki zamanlarda en büyük keyfi anne ve babasıyla vakit geçirmek, onlara hikayeler anlatmak, onların varlığında kendi kendine oyun oynamak, etrafı keşfetmekti. O an birgün o baba ve annenin büyümüş çocukları gibi, oğlanın artık bizimle geçirdiği vakitlerden eskisi kadar keyif almayacağını göreceğim günlerin de geleceğini hissettim ve onun çocukluğunu kaçırmamaya kendime bir kez daha söz verip, Fado’nun içli namelerine bıraktım kendimi. Ahh Fado… Biraz kulaklarının pasını silmek isteyenler için şuraya Spotify’dan bir liste bırakıyorum.
Portekiz’de anneliğimi de çok gözden geçirdim. Doğumundan beri ben oğlumun, oğlum benim gelişimime şahit oluyor. Bu yıl da, onun daha ilgisini çeken şeyler çizdiğimi gördüm. Gerçekle, kağıda yansıyan yorum arasındaki farklardan bazen ciddi biçimde heyecan duyuyor. Bazı çok iyi bulmadığım çizimlerimi ona gösterirken, ‘bence bu biraz komik oldu’ deyip kendimle dalga geçtiğime, yaptığıma güldüğüme şahit oluyor. Sanatın mükemmellik, doğru-yanlış değil, özgün bir ifade biçimi, bir keyif, içten gelen bir istek olduğunu artık iyice duyumsadığını, anladığını görüyorum. Bu yaz okuması da oldukça ilerledi. İyi edebiyattan ve felsefeden zevk almaya başladığını sohbetlerinden, sorularından, çeşitlenen kelimelerinden, beğenip-beğenmediği kitaplardan hissediyorum. Artık sevginin, emeğin, çalışmanın ve dikkatin anlamlı farklar yarattığını hem ben hem de kendi yaşamında daha net görüyor. Öğrenmek, gelişmek ve çalışmak için içsel motivasyonunda bu yıl belirgin bir artış var. Kolay yolların, yüzeyselliğin, düşünce tembelliğinin ve popülizmin yüceltildiği bu çağda emek vermenin değerini kalbine, zihnine yerleştirmesini çok önemsiyorum. Bir de gelecekte gönlüne şarkı söyleten işi bulduğunu görürsem ne mutlu bana…


Lizbon’da öyle çok, öyle çok yürüdük ki, akşamları bir adım dahi atamayacak noktada otele dönüyorduk.
1755’de tüm Lizbon ve ülkenin güneyi, Azizler Gününde gerçekleşen büyük bir deprem ve sonrasında oluşan dev tsunami dalgasıyla yerle bir olmuş. Depremlerin neden gerçekleştiğinin bilimsel olarak henüz bilinmediği, açıklanamadığı bir dönemde altmış binden fazla insanın ölümüne ve büyük bir yıkıma yolaçan bu afet, Portekiz Krallığını ekonomik, dini, sosyolojik yönlerden derinden sarsan, oldukça acı izler bırakan bir tecrübe olmuş. Bu deprem birçok yapı gibi aynı zamanda bu tarihten önce hüküm sürmüş olan Müslümanların inşaa ettikleri yapıların da yıkılıp gitmesine yol açmış.
Yalova’da 1999’da gerçekleşen depremde büyük teyzesini kaybetmiş ve yıkıntılar arasından ancak dört gün sonra naaşına ulaşabilmiş biri olarak bu anlatılmaya çalışılan geçmiş acıları Lizbon Story Müzesini gezerken iliklerimde hissettim.
Lizbon depremi Avrupa düşün tarihini de oldukça derinden etki bırakmış. Sonrasında ‘Ölüleri göm, yaşayana iyi bak’ olarak simgeleşen bir yaklaşımla şehrin sil baştan yeniden inşaası gerçekleşmiş ve bugün Lizbon bir liman şehri olarak tüm güzelliğiyle ayakta. Sokakları, evleri her köşesi tarih, yaşam, ilham dolu. Yine de anlaşılan üzerinden üç yıl geçmiş olsa da Portekiz deprem gerçeğinin varlığını unutmuyor, unutamıyor. Unutmasa iyi olur. Biz de 17 Ağustos 1999’u unutmasak iyi olur.

İyi ki gittik dediğimiz üç müze oldu. Birincisi Lizbon’un tarihini interaktif biçimde anlatan Lisbon Story Centre (Lizbon Hikaye Merkezi). Oğlanın çok hoşuna gitti ve Almanca audio seçeceği olduğundan, tüm alanları dinleyerek de takip edebildi. Bir tek depremle ilgili gösterilen kısa tarihi film ağır gelmiş ve izlerken üzülüp, ağlamış. Ben arkadan geldiğim ve kapı kapandığı için onlara yetişemedim, bir sonraki gösterimde izledim. Oldukça gerçekçiydi, belki yaş sınırlaması getirilse iyi olabilirdi, neyse.
İkincisi Museu Coleção Berardo (Modern Sanat Müzesi) Her şey bir yana bir resim beni çok derinden etkiledi ve uzun bir süre geçirdim önünde.
Genelde yağlı boya kullanan söz konusu ressamın, Paul Delvaux’un çalışmaları incelendiğinde bu resim daha çok bir eskiz gibi duruyor, ama hataları açıkça gösterebilecek şeffaf boyalarla, tüm bedenle, kişilikle ortaya konulmuş çizgilerin ifadelerin, dışa vurdukları bana için diğer resimlerinden daha etkileyici geldi. Belki de anda ifade bulan, spontane eskiz tarzını bu kadar çok sevmem, ilgi çekici bulmam, gestalt terapi yaklaşımına kendini yakın bulan bir psikolog olmamdan da ileri geliyor.

Üçüncüsü Museum Nacional do Azulejo; Ulusal Çini Müzesiydi. Çininin tarihi ve modern örneklerinin sergilendiği müze gerçekten harikaydı. Bir öğleden sonramızı orada geçirdik. Sıcakta insanın içine huzur ve serinlik dolduran bir bahçesi ve çinilerle süslü bir kafesi de vardı.




Lizbon’da trenlerin üstü graffitilerle ve gelişi güzel sprey boya darbeleriyle dolu. Oradan oraya yürüyen modern sanat eserleri gibi gidip geliyorlar. Bir treni kaçırınca bir sonraki trene kadar istasyonda çizmek için bana da fırsat çıktı.
Lisbon kalış süremizin bir gününü de yakında yer alan meşhur Sintra kentini gezmeye ayırdık. Sintra’ya da trenle gittik.

Oğlan trende babasıyla kitap okudu. Ben de onların, kalem kutumda bulduğum pembe bir fosforlu kalemle körlemesine kontür çizimlerini (kalemi kağıttan kaldırmadan ve kağıda bakmadan çizim) yaptım ve minik sulu boya paletimde önceki çizimlerden arta kalan bir renk karışımıyla da boyayıverdim. Ben en çok bu çizimimi beğendim ve en çok bu çizimime güldük. Oğlum burada adam gibi duruyor, tabii ki eşim de gerçekte pek böyle değil, ama tam bir zuhurat örneği olan çizim bana öyle güzel, öyle hayat dolu geliyor ki… Bunları yazarken, tüm o an içimde canlanıyor. Size çizmenin bir anı tüm duyularla kaydetme gücünü anlatmam çok zor.

Sintra’nın tarihi bölgesi UNESCO Dünya Mirası olarak da tanımlı. Romantik dönem mimarısının etkileri her yerde, masalsı bir şehir. Ama turist popülasyonunun fazlalığından insana fenalık bastığı anlar da hiç az olmuyor.
İlk müslümanlar tarafından inşaa edilmiş, sonrasında eklentiler yapılarak Portekiz Kraliyet ailesi tarafından yazılık saray olarak kullanılmış, 1910’da cumhuriyetin ilanı ve monarşinin kaldırılmasıyla ulusal bir bina statüsüne geçmiş Sintra Sarayı, şehre hakim manzarasıyla, İslam mimarisiyle Avrupa mimarisinin, çinilerinin zarif sentez ve geçişleriyle oldukça etkileyici. Quinta Regaleira malikanesi ise, perili bir ormanında dolaşıyor hissini veren bahçesi, bu havaya eşlik eden Gotik mimarisi ve bahçede oluşturulmuş ilginç labirentler, mağaralarla hakikaten görülesi. Palacio de Pena ‘nın (Pena Sarayı) ve geçmişte hakim oluna sömürge bölgelerinden getirilen bitkilerle oluşturulmuş serin subtropikal ormanı gezilmesi gereken bir yer. Ve evet, her yer çok ama çok kalabalık.


Sintra’da geçirdiğimiz gün sonrası Lizbon’dan ayrılarak, ikinci durağımız olan ülkenin güney ucuna, okyanus kıyısına, Algarve’ye doğru yola çıktık. Önümüzdeki yazılarda oradan izlenimlerimi paylaşmayı istiyorum.