Portekiz Günlükleri 2 : Algarve

Lizbon’dan Algarve’ye giderken yoldaki keşif noktamız Atlantik Okyanusunu yüzlerce yıldır farklı medeniyetlerin gözleriyle seyreyleyen Capo Espichel (Espichel Burnu)

Okyanus… Onun kıyısında durup ufku izlemek. İçinde yüzen dünyanın en büyük canlılarını, balinaları hayal etmek ve gözlerini kapatıp seslerini hissetmek.

Akşam olup Ay çıktığında okyanusun bir aşık gibi yavaş yavaş ona uzandığını görmek. Sonra, bu okyanusun ve tüm dünyayı kaplayan, akan, duran, donan, eriyen suyun parçası olan, vücudunda dolaşan, hücrelerini dolduran suyu hissetmek. Koskoca okyanus uzanıyor her gece aya doğru, senin bedeninin hücreleri bilmez mi, hissetmez mi bugün dolunay mı değil mi? Hiç suların aşık olduğu Ay’a bakıyor musun geceleri başını şöyle bir kaldırıp… Bakmıyorsan okyanusa git ona danış onun yanında otur. Dinlersen o sana anlatıyor neleri kaçırdığını. Neleri anlamadığını.

Ben bu yaz öyle yaptım, geçen yaz da. Farklı ışıklarda, farklı iklimde, farklı müziklerle oturdum okyanusun kenarında. Bana bendenimin küçücüklüğünü, ama bu koskoca sistemin, evrenin bir parçası olan yüreğimi, zihnimi, sezgilerimi, benliğimi açarsam balinaların, çiçeklerin, böceklerin bildiği sözlerden öte dilleri anlamaya, konuşmaya başlayacağımı, başlayabileceğimi anlattı. Ayın dilini, suyun dilini, taşların, toprağın dilini, saçlarımı okşayan, ciğerlerimden içlerime süzülen havanın dilini, yıldızların dilini, kozmosun dilini.

Bu okyanus ötesinde sonsuzluğa uzanırmış gibi görünen ufuklar, binlerce yıl niceleri bilinmezlerine çağırmış. Görmesen de varım buradayım diyen havanın nefesiyle, nerede biteceği belli olmayan bir ufka doğru yola çıkmış nicesi.

Kimisi gemilerinde, yelkenlilerinde, uzay roketlerinde, denizaltılarında çıkmış yola, kimisi at üstünde, kimisi yürüyerek… Kimisi de yerinden bile kıpırdamadan hayal güçlerinde çıktığı yolculuklarla ne ufuklar, ne ufuklar aşmışlar. Yeni yerler, yeni renkler, yeni çizgiler, yeni sözler, yeni bakışlar, yeni düşünüşler. Ama tüm bunlardan önce ve öte, tüm kaşifler önce bildik tanıdık zeminlerini, fikirlerini bırakıp o sonsuz görünen, o bitmek bilmeyen ufka doğru yola çıkma cesaretini göstermiş. Hepsi en en önce şöyle söylemiş ‘bilmiyorum ve bilmek istiyorum’. Oralardan Dünya’ya, insana getirdikleriyle kimi varolan ufku biraz daha öteye taşımış, kimi insanoğluna çağ atlatmış, kimiyse maalesef bazen varolan güzellikleri yıkıp yerle bir etmiş.

Burası Algarve, zaman zaman yukarıda anlattıklarımı hissettiren, zaman zaman da turist kalabalığından insanın başının döndüğü Portekiz’in güneyinde doğa harikası bir bölge. Algarve, Arapça el-garb yani batı anlamına gelen kelimeden türemiş. İberya yarım adasında 8. ve 13 yy arasında 500 yıl kadar hüküm sürmüş İslam hakimiyetinin geride bıraktığı etkiyi sadece dilde değil, yazlık modern evlerin mimarisinde dahi hala belirgin şekilde görmek mümkün.

Özellikle kıyı kesimi göz alıcı bir coğrafyaya sahip. Bir ev kiralayarak konakladığımız Carvoeiro sahil kasabasının hemen yanında, dalgaların yarattığı erozyonla oluşmuş, rengini meşhur koyu sarıdan (yellow ochre) alan, sahil şeridi boyunca uzanan birbirinden ilginç mağaralarla dolu kayalık bölge, Algar Seco, gerçekten çok etkileyici. (Suluboyanın benzer isimli renginin pigmentini de bu tarz bir toprak oluşturuyor.) Algar kelimesinin de, Arapça mağara anlamına gelen el-gâr veya Fenikelilerin uçurum anlamına gelen lalgar kelimelerinden türediği düşünülüyor. Kaldığımız sürede bu şeridi yürüyerek de, tekneyle de keşfetme olanağı bulduk. Söz konusu kayalıkların dipleri de önemli ölçüde bio-çeşitlik barındırıyor. Kayaların çukurluk alanlarında oluşan irili ufaklı sualtı bahçelerinde algler, deniz laleri, deniz kabukluları, deniz dikenlileri, deniz salyangozları ve süngerlerini bir arada gözlemek mümkün. Ayrıca Sarı Ayaklı Martı ve güvercinleri de sıklıkla görünen bölge yerlilerinden.

Kayaların ve deniz kabuklarının ufalanmasından oluşan sahil kumu da açık, tatlı mı tatlı bir okra renginde. Kumsalın her yanı gel-gitlerin bıraktığı irili ufaklı yine benzer renkte deniz kabuklarıyla dolu. Bu sahil ve kayalıklar, okyanusun kobalt yeşile kaçan turkuaz koyu mavisiyle yan yana muhteşem bir renk uyumu ortaya çıkarıyorlar.

Algar Seco’yu da içine alan Lagoa bölgesinin kayaları 24 ila 16 milyon yaşlarında, Dünya’nın Alt Miyosen çağına ait. Bu taşlar söz konusu dönemde deniz katmanlarının milyonlarca yıl yavaş yavaş tortulaşması sonucu oluşmuş. İnsanların akın akın görmeye geldiği sahil şeridindeki muhteşem kayalar ve mağaralar da, deniz fosilleriyle dolu bütün halindeki bu kireç taşının dalgalarla oyulmasıyla meydana gelmiş.

Bol bol denize girdik demek isterdim ama denize sadece bir iki dakika sürelerle girip çıkmamız mümkün oldu. Okyanusu soğuk bekliyordum, ama bu derecesini beklemiyordum. Bu kadar soğuk bir denize hiç girmedim diyebilirim. Suya bütün vücudumla dalmamı takip eden bir iki saniye içerisinde ellerim buz kesiyor, soğuktan acımaya başlıyordu. Yörenin bir yerlisi o günlerde 15 derece civarlarında seyreden deniz sıcaklığının bu yıl Portekiz’de mevsim normallerinin dışında soğuk geçen Temmuz ayı nedeniyle de olduğunu söyledi. Geçen sene de, Norveç Temmuzu mevsim normallerinin üzerinde sıcak yaşamıştı. Ankara bu Temmuz aşırı yağmurlarla geçti, meşe ağacımızın yaprakları nemden böceklendi. Avrupa alışılmışın çok dışında sıcak bir yaz yaşadı. Dünyada iklim artık hissedilir şekilde tutarsızlaşıyor, öngörülebilirliğini kaybediyor. Bunları yazarken içim sıkılıyor ve derin bir nefes alma ihtiyacı hissediyorum.

Bahsettiğim saniyelik dondurucu yüzme seanslarından artan zamanlarda kumsalda oturup ısınırken, bana bol bol eskiz yapacak fırsat çıktı. Ayrıca insanlar güneşlenirken uzun süre aynı pozda hareketsiz kaldıklarından insan vücudu çizme denemeleri için de güzel bir imkan oldu. Akdeniz ve Latin kültürünün bir birleşimi olan rahat, dingin, sıcak Portekiz kültürünün en güzel gözlenebileceği ortamlardan biri sahillerdi diyebilirim. Ülkede tüm plajlar halka açık, özel plaj yok. Kimisi şemsiyesi ve havlusuyla oturuyor, kimisi şezlong kiralıyor. İnsanlar kendileriyle, vücutlarıyla barışık görünüyorlar. Rahat, dingin, neşeli, doğal bir ortam var sahillerde.

Carvoeiro’da kiraladığımız evden çok memnun kaldık. Ev içinde ihtiyaç olan her şey düşünülmüştü ve çok temizdi. Bir terası da vardı. Birkaç akşam evde kendi keyfimizce bir şeyler pişirip ay ışığında sağdan soldan gelen canlı müzikler eşliğinde terasta yedik. Bir tek, sokak çok dar olduğundan kapıdan çıkar çıkmaz dikkat edilmezse bir arabanın çarpabileceği riski, oğlan söz konusu olduğunda bazen korkuttu. Fotoğraftaki araç şu an bahsettiğim kapının önünden geçiyor.

Evin pencerelerinden Lizbon’daki gibi bir şehir manzarası görünmüyordu, ama sabahları kahvaltı hazırlarken terasa çıkan minik merdivenli alan saksı bitkileri ve yuvarlak hatlı bahçe duvarlarının yarattığı yumuşak gölgelerle çok sevimliydi. Onu da bir sabah kahvemi içerken çiziverdim. En sevdiğim şeylerden biri de sokak kedilerinin varlığı oldu. Yan evde yaşayan yaşlı kadının beslediği, çevreyi mesken edinmiş kedilerle pencereden görünen duvarın üzerinden zaman zaman bakışıyorduk. Portekiz’de bazen kendimi Türkiye’deymiş gibi hissettim.

Bir haftaya yaklaşan bir süreden sonra oğlumuzun Dünyada, Carvoeiro’daki evinden de ayrılarak, Portekiz’de üçüncü durağımız olan ülkenin iç kesimine, doğusuna doğru yola düştük. Seyahatlerde otel odalarını, kiraladığımız yerleri hemencecik evi gibi benimsemesi, sevmesi bana öyle şirin geliyor ki.

Bir sonraki yazımda ülkenin iç kesimlerine dair izlenimlerimi paylaşmayı planlıyorum.