
Bu yazıyla Ağustosta gerçekleştirdiğimiz Portekiz gezimize devam ediyorum. Bu serinin üçüncü yazısı ve üçüncü konaklama durağımız, Monsanto. Bir süredir bu yazıyı yazmak istiyorum, ama öncesinde nedense yazmak pek içimden gelmedi. Yazacak çok şey olmadığından değil, aksine.
Ülkenin güneyinden, Algarve’den ayrıldıktan sonra, ülkenin iç kısımlarına, doğuda İspanya sınırında bir dağın üzerinde yer alan, önünde uzanan geniş ovaları izleyen, 1938’de ‘Portekiz’in En Portekizli Köyü’ olarak seçilmiş orta çağdan kalma Monsanto adında masalsı bir köye doğru yol aldık.
Bizim yol güzergahlarımızda çoğunlukla bir ziyaret durağı da oluyor, gününüzün bir kısmını, yolun uzunluğuna bağlı olarak, o yeri keşfederek geçiriyoruz. Bu kez durağımız Unesco Mirası Listesinde yer alan tarihi bir kent Evora idi. Evora gezimiz sırasında Evora Katedrali’nin içinde sergilenen tarihi tablolarda Türk Halılarına da rastladım. Muazzam bir gerçeklikle yansıtılmışlardı. Geçmişte statü ve zenginliği ifade eden bu halıları, Avrupa’da eski eser içeren birçok müzede sergilenen yağlı boya tablolarda resmedilmiş bulabilirsiniz. Bu tablolarda gördüğümün 16. 17. yy Uşak Halıları olduğunu düşünüyorum.



Onlara özlemle baktım. Çünkü geçmişte sanatçıların tablolarında baş köşeyi alacak derecede güzel ve kaliteli olan bu el sanatlarımızın önemli bir kısmı artık kaybolma noktasına gelmiş ve hatta geçmiş durumda. Bir takım yaşatma çabaları var, fakat maalesef çoğu sanatın artık gerçek ustası kalmamış. Kimi el sanatımız, uzun süredir evrimine devam etmemekten, ülke insanından layık olduğu ilgiyi görmemekten, gerçek ustasını yetiştirememekten artık tarih olup gitmek üzere. İçimde buna ilişkin bir yas duygusu var. Ülkemizde öyle çok şey var ki süratle yitip giden, insan konunun neresinden tutacağını şaşırıyor. Vaktiniz olursa ve daha önce dinlemediyseniz, konuyu etkileyici biçimde özetleyen aşağıda paylaştığım konuşmaya kulak vermenizi öneririm. Bir de Bayat Kilim Atölyesine ziyaretimden ilhamla geçmiş yıllarda paylaştığım bir yazımı okumanızı.
Bu konuyla ilgili en son dağarcığıma beni oldukça üzen bir bilgi de eklendi. O da Hereke halılarının artık Çin’de üretilmeye başlandığı. Konuyla ilgili daha detaylı bilgiye bu makaleden ulaşabilirsiniz. Çin dünyada lüks statüsünde yer alan el yapımı Hereke Halılarına olan yoğun talebi görüp, hatta ‘Made in Hereke’ yazabilmek için Çin’de bir endüstri kasabasına bile Hereke adını vererek, Hereke Halılarının dünya piyasasının %90’ını karşılar hale gelmiş durumda. Bu bana göre oldukça ahlak dışı bir yaklaşım, ama sadece buna odaklanıp fırsatından istifade edidecek bu boşluğun oluşmasındaki katkılarımızı görmemezlik edemeyiz. Günümüz Çin kültürünün sorunlu ve bazı noktalarda yozlaşmış ahlakının oluşumunu biraz daha derinden anlamak istiyorsanız Mo Yan’ı biraz okuyun derim. Ama sorun Çin’in düşük ahlak standartları mı, yoksa bu toprağın insanları olarak bizlerin bu kadar değerli konulara yönelik bazen cahilliğe varan ilgisizliğimiz ve bilgisizliğimiz mi? Boşver diyemediğim için, bu konuyu buraya öncelikle kendime bir not olarak düşmek istiyorum.

İki gece geçirdiğimiz Monsanto köyü içimde birçok duyguyu aynı anda uyandırdı. Bazen Avrupa’nın orta çağından kalma ağır enerjisi ve iç kesim insanının turistlere yönelik kimi zaman kabalığa varan yaklaşımı ve kaygılı psikolojisi ile yordu, bunalttı ve bazense muazzam manzarası, dev granit taşlarına teslimiyete varan bir uyumla inşaa edilmiş kalesi, evleri, sessiz yaşam tarzıyla, insan ömrünün sonsuzlukta ne anlama geldiğini ya da hiçbir anlama gelmediğini duyumsattı, tuhaf bir esenlik duygusu tattırdı. Her şeye yüklenmiş anlamlarla dolmuş tıkanmış, yaşama edimler üzeriden değer biçen post modernizmden uzakta, durmayı, olmayı ve olmamayı dilsiz bir dilde anlatan zamansız bir bilince uzun gün batımları süresince demirletti.


İki farklı kültürden gelen bir kadın, bir erkek, orta çağdan kalma bir sessizlikte, önümüzde uzanan ovalara bakarken, sonsuzluktaki buluşmamız ve o anda yaşamın bize verdiği her şey için şükran duyduk. Bu koskoca alemde, acele edecek hiçbir şey, varılacak hiçbir yer yoktu. Monsanto’da ruhumun adeta genişlediğini ve izlediğim ufukla bir bütün olduğunu hissettim.

Monsanto köyü böyle bir yükseltip, bir alçalttığı bilincimle, beni gölgelerimle yüzleştirirken, bana yaşamın zıtlıklar üzerinde yükselen gerçeğini hatırlatmaya niyet etmiş bir inziva deneyimi gibi oldu. Yukarıdakileri yazdıktan sonra, şimdi söyleyeceklerim sizi şaşırtmasın. Bu köyü hem çok sevdim hem de hiç sevmedim.

Çocuğumuz olduğu için başkalarına gürültü olmasın diye alt katta verdikleri, üst kattaki insanların tuvalet, konuşma sesleri dahil her tınıyı en ince ayrıntısına kadar aşağıya geçiren hiçbir ses yalıtımı yapılmamış, gürültüden uyuyamadığımız odamızdan ve bağırarak konuştuklarında yabancıların Portekizce anlayabileceğini zanneden, suratı sirke satan kimi yerli halktan hiç hoşlanmadım. Belki de Monsanto birçok anlamda kapasitesinin üzerinde turist ziyaretçisi karşılıyordu, sezonluk bir durumdu bu, bilemiyorum.
Aslında kaldığımız odaya verdikleri ‘Adufe’ ismini düşününce lafı hiç dolandırmadıkları ve oldukça dürüst oldukları sonucuna da varılabilirdi:) Adufe, Portekiz’de kullanılan, İber yarımadasında hüküm sürmüş Mağribi’lerden geçen geleneksel bir kare tefe verilen Arapça kökenli bir isim. Kaldığımız odada yaşadığımız his de aynen her vurduğunda ses çıkaran koca bir tefin içinde uyumak gibiydi. Yine de tüm bu anlattığım rahatsızlıklar, bu küçük köyün orta çağdan bu yana bozulmadan korunmuş tarihini ve doğasının olağanüstü güzelliğini görmemizin ve hayran olmamızın bir parça bile önüne geçemedi.

Şuradaki büyük kayanın yanındaki ufak pencereden kocamın ve oğlumun başı görünüyor. Orası ilk gece yemek yediğimiz restoran. Oldukça sevimliydi. Biz geldiğimizde iki üç masa oturuyordu, sonra aniden tüm masalar doldu. Gelenlerin hepsi yabancı turistti ve Portekizce dışında dil konuşan tek bir garson yoktu. Hem yemek yetiştirmekte hem de iletişimde oldukça zorlandılar. Küçücük lokantanın havası adeta elle tutulabilir düzeyde stresle ve ısıyla dolmuştu, ama o sıcak restorandan bir taze nefes almak için ayrılıp geldiğim ve resmi çektiğim şu noktada başımı hafifçe sola çevirdiğimde gördüğüm olağanüstü manzara, bana tüm o bunaltıyı unutturdu ve iyi ki buradayım dedirtti.
Yazının sonunda sizi bahsettiğim muhteşem gün batımı manzarasıyla baş başa bırakıyorum. Orta Anadolu’da yaşayanlara çok tanıdık gelecek şu muhteşem manzarayla.

Portekiz gezisiyle ilgili diğer yazılar;