Sabah atölyeye geldim, kedileri besledim, kendime çay demledim. Meditasyon yaptım, daha doğrusu yapmaya çalıştım. Odaklanmak ve gevşemek zor oldu. Nedense bugün içim dolu dolu.
Yazmak çok iyi geliyor. Korkularımın, bıkkınlıklarımın, kırgınlıklarımın, karışıklıklarımın gözünün içine bakmak ve onları çözmeye çalışmadan, kendimi acele ettirmeden kendi yanımda kalmak çok iyi geliyor.
Kitap okuma süremi de arttırdım bu sıralarda. Elektronik kitap değil, dokunabildiğim, sayfasını, kokusunu hissedebildiğim, altını çizerken çıkan kalemin kağıtta sürtünme sesini duyabildiğim kitapları okuyorum. Gündüz okuduğum kitapla, yatmadan önce okuduğum kitaplar ayrıdır genelde. Bu sıralar uykuya dalmadan önce Ferhan Şensoy’un sayfalarındaki satırlarda kayboluyorum. Sözcüklerini, cümlelerini zihnimde onun kendi sesinden dinlemek çok iyi geliyor.
Şu an bilgisayarın başındayım. Dışarıda nedenini bilmediğim bir gürültü artışı var ama çıkıp bakmaya üşeniyorum. Biter her halde diye bekliyorum ki bitti.
Yukarıda, günlüğüme yapıştırdığım taslaksız, doğaçlama olarak makasla keserek yaptığım bir figür var. Kağıdın üzerindeki deseni de bir beyaz kağıda yaptığım çizgilerle oluşturdum. Siyah alevler ise linol baskı. Yangın korkumla yüzleşmek, gözünün içine bakmak istedim. Bu yıl orman yangınları ve onların söndürülme sürecinde yaşanan çaresizliğe varan durumlar beni çok derinden sarstı. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. Yangınlar karşısında genel anlamda yeterli düzeyde yetişkin ve yetkin bir müdahale göremeyince başka konularda da kaygılanmaya başladım. Bu konuda da pek yalnız olmadığımı biliyorum. Bu yaz birçoğumuzun temel güvenlik hissi biraz sarsıldı. Bunu sindirmek ve atlatmak zaman alacak.
Bu sayfayı hazırladıktan bir iki gün sonra Bodrum’da kaldığımız yerin yakınında da yangın çıktı. Uzaktan alevler rahatlıkla görülüyordu. Çok şükür makiliğin yoğun olduğu bir alandı. Oldukça uzun sürdü ve gecenin geç saatlerine kadar karadan havadan çalışmaların sonucunda ve en son da gece görüşlü helikopterlerin müdahalesiyle söndürülebildi. Bu helikopterler, bu süreçte sanırım ilk defa bahsettiğim yangında uçtular. Onların ışığını, pervane seslerini ve su atışlarını gördüğümde tuhaf bir ağlama hissi oluştu içimde. Aslında gözlerimin yaşlanması o yangından korktuğumdan değildi, bu sefer yangına yetkin bir biçimde müdahale edilebildiğini görmekti ve yetkinlik görmeye ne kadar özlem duyduğumu fark ettim. Bu yaz yangınlardan ve sel felaketlerinden dolayı yaşadığımız travmalar basit bir şey değildi.
Yangın söndüğünde oğlum yatağında günün yorgunluğuyla tatlı rüyalara dalmıştı. Bu kısacık, belki de on, onbeş günlük dönem aynı zamanda Afganistan’da yaşananlara, Altındağ’da olanlara ve Bozkurt’ta meydana gelen sele de şahit olunan bir dönemdi. Her gün bir durum. Bir afiyet , bir ağız tadı, bir huzur yok. Pandemi denen bir şey de vardı, aşı karşıtları vs bir yandaydı ve oğlum, birçok çocuk gibi, bu ortamda bu hayatta bir kez yaşayacağı ve doğuştan hakkı olan, çocukluğunun gamsızlığını yaşamaya çalışıyordu. Ve ben de her anne gibi bunu biraz olsun yaşatmaya çalışıyordum.
Peki benim duygularım? Ben bu süreçte hissettiğim bu iç karışıklığını, çaresizlik duygusunu hangi dolaba kaldırayım, ne yapayım? Yokmuş gibi mi davranayım? Uçakta türbülansta sakince oturan ve gülümsemeye çalışan kabin görevlileri gibi mi olayım? Nitekim bunu yaptım elimden geldiğince. Ama bedenim benimle aynı fikirde değildi sanırım ki, yaşanan ve bastırılmaya çalışılan yoğun stresten hormon dengesinin altüst olduğunu bir şekilde bana haber verdi.
Bu her gün bir başka türüne şahit olduğumuz, adına yetkinlik eksikliği, liyakat eksikliği – adına ne derseniz deyin- bu durumun yarattığı krizlerin, travmaların bireylerde yarattığı yüksek stres bence artık ciddi bir sağlık sorunu haline geldi. Bu ortam, depresif, mutsuz, kaygılı veya -mış gibi yapan yapmak zorunda kalan yetişkinler arasında neşe duymaya çalışan ve buna sonuna kadar hakkı olan çocukların, bebeklerin ve gençlerin sağlığını da etkiliyor, etkileyecek.
Bu gidişata genel bir çözüm var mı bilmiyorum, ama sürekli olarak artan bu stres düzeyiyle uzun süre sağlıklı yaşanamayacağını bunca yıllık psikologluk birikimimle söyleyebilirim. Yaşanan stresi azaltmak zorundayız ve görünen o ki bunu önce kendi bireysel alanımızda yapmak durumundayız. Kendi stresimi nasıl azaltabileceğimi düşünüyorum uzun süredir. Benim açımdan yurtdışına taşınarak çözülebilecek bir durum değil bu. Yurtdışında yaşadım da, okudum da, benim için oraya geri dönmek çok da kolay, ama burada, ülkemde yaşamak istiyorum, Türkiye’yi seviyorum. En başta da doğasına aşığım.
Uzun lafın kısası, ben bu noktadan sonra kendi adıma konuşayım, artık gerçekten en başta bireysel sağlığım için biraz daha huzurlu yaşamak zorundayım. Sağlığım bazı açılardan artık uyarı sinyalleri yolluyor. Bu ortamda kendi kişisel bütünlüğümü sağlayarak ve apatiye, vurdumduymazlığa düşmeden bunu nasıl yapabileceğim, önümde duran ve hatta adeta meydan okuyan bir araştırma sorusu.
Buna önce yavaşlamama izin vererek başladım. Bu yavaşlama zamanla zihinsel bir durulmaya, netleşmeye ve yeni ilhamlara da kapı açacaktır diye tahmin ediyorum. Bu sayede kontrolüm ve etki alanım içerisinde olan şeyleri daha fazla fark edip, kendime adım adım genişleyen bir huzur ortamı yaratmaya çalışacağım. Bu konuda daha önce görmediğim ve hatta belki de gözümün önünde duran imkanları da zaman içinde fark etmeyi umuyorum.
Evet, işe önce yavaşlayarak başladım. Gördüğünüz gibi bir haftadır, bloğumda içimden geldiği gibi yazmak için kendime zaman tanıyorum. Burada yazarken dağınık düşüncelerimin de derlenip toplandığını hissediyorum. Yazmak iyi geliyor.