
Bugün bilgisayar başında çok uzun oturmayı yine planlamıyorum, çünkü resimde gördüğünüz, büyük teyzemden kalan rahat küçük kanepede çalışmaya devam etmek istiyorum. Yazarak biraz düşüncelerimi toplamak istedim. Hafta başında beri, atölyede sessizlikte çalışıyorum. Sosyal medyaya pek bakmıyorum. Bugünlerde orada ilgimi çeken pek bir şey yok.
Dün başımdaki kasların da gevşemeye başladığını hissettim. Tuhaf geliyor. Ben yavaşladıkça vücudumda uzun süredir varlığını bile hissetmediğim kaslarımı duyumsamaya başladım. Bugünlerde resimde gördüğünüz noktada sık sık oturup nakış yapıyorum, bazen hiç bir şey düşünmüyorum, bazen bir şeyler dinliyorum, bazen yağmuru izliyorum, bazen kitap okuyorum, bazen de dışarda yürüyüş yapıyorum. Adım adım iz sürüyorum içimde. Bir süredir her şey çok karıştı, önce nerede olduğumu, nereye geldiğimi bir durup keşfetmem lazım.
Yaptığım başta bana hemen biter gibi görünen nakış işi, sık nakış yaptığım için çok zaman alıyor, ama çok zevkli. İki gün önce yine ‘Çok zaman kaybediyorum’ deyiverdim kendime ve yine birden içim sıkıldı. Böyle düşünmenin artık en başta sağlığıma iyi gelmediğini görüyorum. Zaman algım üzerinde çok düşündüm. Şu an zaman kaybetmediğimi, aksine çok şey öğrendiğimi, esas bana zaman kaybettirenlerin çok başka şeyler olduğunu gördüm. Çok umurumda olan ve hiç umurumda olmayan şeylere karşı en azından kendi içimde daha dürüst olmak istediğimi fark ettim. Son dönemdeki huzursuzluğumun; ortalama şeyler okumakla, onlara bakmakla vakit geçirdikçe, içimdeki bir sesin artan düzeyde ve sert bir öğretmen gibi beni azarlamaya başlamasından da olduğunu gördüm. Bu öğretmen dürüst olduğu kadar, beni seviyordu da ve yeteneklerin sadece benim olmadığını, binlerce yıllık evrim ve atalarımın seçimleri sonucu şimdi ve burada bedenimde yüklü olduklarını ve bahşedilen bu yeteneklere karşı benim de bir sorumluluğum olduğunu hatırlattıyordu. Eğer bedenime ve yeteneklerime gereken değeri verirsem, iyi şeyler ortaya çıkarmanın yanı sıra en başta da benim mutlu, huzurlu, doğamla uyumlu bir yaşam süreceğimi söylüyordu. Dolayısıyla kendime artık vasat şeylerden sıkıldığımda kızmayı bıraktım. Bir insan -aynı yetenekli çocuklar gibi- kapasitesinin altında içeriklere sürekli maruz kalırsa gelişemez, bir şey öğrenemez, bunalır, sıkılır, huzursuz olmaya başlar ve bu çok normaldir.
İçimde temiz hava giren ve hatta Ankara’nın o çok sevdiğim taze sabah havası giren bir pencere daha açıldı. Benim uzunca bir süre burada yalnızca kendim için yazacaklarımdan, eğer bir şey almıyorlarsa başkaları da aynısını düşünebilir ve okumayabilirler. Ne güzel. Alan, öğrenen, ilgilenen takip eder, okur, bakar, almayan etmez. Kimin beni takip ettiği ve etmediği (yaptıklarım başkalarına zarar vermediği) sürece beni ilgilendirmez. Bu açıdan takipçi sayısını artırmak ve sürekli onlarla temasta kalmak diye bir hedef de olamaz, olsa da insana gerçekte bir anlam duygusu yaşatmaz ve de huzur vermez. Bir insan için esas öğrenmek, bütünleşmek ve gelişmek bir hedef olabilir, bu süreçte takip eden, okuyan artarsa artar, artmazsa artmaz.
Kendime dürüst olacağım dedim ya, bir şey daha var. Yurtdışında yaşarken ve o sıralar her hangi bir dönme olasılığı ufukta yokken derinden özlemini duymaya başladığım bir şey: geldiğim, büyüdüğüm toprağın, kültürel, doğal ekolojisini daha derinden duyumsamak, keşfetmek ve anlamak. İçinde yaşarken yeterince kıymetini bilmediğimi fark ettiğim her şeyi tekrar ve yeni gözlerle görmek. Çok şükür ki kısmet oldu, döndüm. Türkiye’ye döndükten sonraki yıllar içinde de bir sürü kaynak biriktirdim, araştırma yaptım, Türkiye’nin birçok yerini gezdik. Yeni gözlerle ve belki Anadolu’nun geldikten sonra bana el verişiyle ortaya çıkan tüm o beceri, yeteneklerlerimle de bambaşka şeyler keşfettim. O bitmeyen kültürel, biyolojik çeşitlilik ve onun içinde yaptığım her yeni keşif beni muazzam heyecanlandırıyor ve ömrümün bu işe yetmeyeceğini görüyorum. İşte o an bir panik başlıyor ve bir sürü keşke. Geçmişi geri getiremem, tercihlerimi geri alam, ama elimde bugünüm var. Ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum ve en başta büyütmek istediğim, sonsuz sevdiğim bir çocuk var. Evet, tüm bunların adını da biliyorum. Orta yaş.
Carlos Castaneda’yı eğiten Yakui Kızılderilisi bilge Don Juan’ın anlattığı gibi, ölümlü olduğum bilgisi, farkındalığı sanki yüksekte bir ağaç dalından bana bakan bir kuş gibi gelip omuzumun üzerinden beni izlemeye başladı. Ve bugüne kadar yaptığım tüm bu radikal yaşam değişimlerime rağmen hala yeterince ben olmadığımı, hala kendimi yaşamanın önünde bir sürü -meli -malı ve koşullanma engeli taşıdığımı bana gösteriyor.
Oğlum doğduğunda tarifsiz bir ona kendim bakma sezgisiyle dolmuştum. Bakma imkanım varken, koşullar buna engel değilken onu başka kollara bırakıp yine eskisi gibi yaşamayı seçersem öyle hissettim ki ben bir daha ben olamayacaktım. Bu çok beklenmedik, bana ait olduğunu hiç bilmediğim bir yanımdı. Şimdi iyi ki kucaklamışım o yanımı diyorum. Bana onunla doya doya vakit geçirme, onun büyümesine eşlik etme muhteşemliğinin yanında yaşamında başka neler neler getirdi. Artık oğlum büyüyor, bana eskisinden biraz daha az ihtiyaç duyuyor ve yine ihtiyaç duyduğu her an yanındayım. Şimdi benzer bir yoğun emeği ve ilgiyi içimde yıllardır sırasını bekleyen küçük Sanem de istiyor. Onu yeterince tanımıyorum. Her tanıdığımı zannettiğimde, saklı bir yetenek, bir şey çıkartıp beni şaşırtıyor. Evet sanırım şimdi de artık kendimi büyütme zamanı. Çok kolay değil. İçimdeki yaratıcılığı bir çocuğa benzetirken ezbere konuşmuyorum, bazen beni inanılmaz zorluyor da. Ve tıpkı bir çocuk gibi yeterli ilgi, özen, değer görmediğinde, olduğu gibi sevilmediğinde dengesi altüst oluyor, gülüşü soluyor, hatta bazen huysuz biri haline geliyor. Artan yaratıcılığı yönetmek gerçekten çok zor ve anladım ki eğer eski zamanlarda, mesela bir şirkette çalışırkenki gibi değerlerle yaşamıma, zamana, verimliliğe yaklaşırsam tabiri caizse kafayı yerim. Maalesef eski kariyerimden kalan ve bana iyi gelmeyen hala çok alışkanlığım var. Bunları da elimden geldiğince dönüştürmeye niyetliyim.
Neyse ben kanepeme ve nakışıma geri döneyim şimdi. Bu kanepenin büyük teyzemden, kaldığını söylemiştim. Fikret Teyzem yaşamda asla acele etmezdi ve her şeye de vakti yeterdi. Bunu şu an atırlamak nasıl huzur veriyor.