Sağlık Nedir?

Önce ismine eva denilen, arkası yapışkanlı bir tabakanın arkasına çizimlerimi yaptım, sonra makasla kestim ve üzerine şekiller oydum.

Bir süredir burada paylaşım yapamıyorum. Websitemi bir servis sağlayıcıdan diğerine taşıdım. Ne tuhaf, sanal bile olsa, bir yerden bir yere taşınmak stresli bir süreç. Yeni servis sağlayıcım yeşil enerjiyle çalışıyor. Bunu web sitemde bir logoyla paylaşıp paylaşmama konusunda kararsız kaldım, ama sonuçta paylaşmama kararı aldım. Kendimi pazarlama yapıyor gibi hissettirecek bu.

Sağlık üzerine çok düşünüyorum, okuyorum, araştırıyorum bu sıralar. Belki de uzun süreden beri ilk defa kendimi sağlıksız hissettiğim için ve belki de buna orta yaş geçişini de dahil etmek gerek. Ama genel anlamda Dünya’da yaşam tarzımızda, tahmin ettiğimizin dışında bir şeyler yolunda değil. Yavaşlarken bunları daha iyi fark ediyorum.

Sağlık üzerine düşünürken, bunun Türkçe’de sağ-lıkla yani sağ-olmakla alakalı olduğunu fark ettim. Nefes almak sağ(lıklı) olmak mıdır? Hayatta olmak mıdır? Nedir sağlık? Sağ’lıklı olmak? Evet bu konu üzerine yoğunlaştım. En başta da kendi sağlığım ve hayatta oluşum üzerine.

Son bir aydır, yaşamımdaki birçok rutini değiştirdim ve en başta isteklerimi ihtiyaçlarımdan ayırıp, gerçek ihtiyaçlarımı tespit edip onları karşılamaya odaklandım. Giderek o sürekli yorgun olma hali kayboldu. Şu an bu Pazar sabahı kendimi diğer Pazar sabahlarına kıyasla biraz daha zinde hissediyorum, biraz daha sağlıklı. Evet, sanırım biraz ilerleme kaydetmiş sayılırım.

Bu son dönem, kendimi nasıl bu kadar unutmuş olabileceğime de çok şaştım. Ne çok şeyi dert edinmişim. Üstüme dert olmayan şeyleri de. Mesela; yurt dışında yaşayan ve yaşamayı düşünen bir kısım insan için uzun süredir ben, sanki bir ‘ikna et Türkiye’de kalayım, Türkiye’den gideyim ya da Türkiye’ye döneyim’ kişisi haline gelmişim. Bu konuda içimde artık bir kızgınlık oluşmaya başladı. Gerçekten ben neden bu kaygıları olanları bir şeyler için ikna etmek zorundayım? Hatta bazen kimi uzaktaki insan, şunun yaşamı kötü gitsin de içim rahatlasın gibi bakıyor gibi geliyor. Bu enerjiyi alıyorum bazen ve ruhum inciniyor. Giden gider, kalan kalır, dönen döner, ben ne yapabilirim ki? Her yerin kendine göre zorlukları var. Ben buranın zorluklarını tercih ediyorum, buranın güzellikleri içimde daha ağır basıyor. Kimin nerede yaşamak, kimin nereye göçmek istediğine dair kararlara bir referans olmak benim sorumluluğum değil ki, hem neden olsun. Evet, çok sıkıldığım bu konudan da kendimi özgürleştirmek istiyorum. Kararlarımı kimsenin yaşamına bakmadan öncelikle içimdeki sezgilere göre veriyorum, herkese de bunu tavsiye ederim.

Neyse… Nerdeyse her gun bahçede güneşli bir yere örtü serip çalışıyorum. Okuyorum, yazıyorum, çiziyorum. O gün de bunları yaptım.

Kestiğim motiflerle biraz oynayarak, oluşabilecek kompozisyon olasılıklarına karar verdim.

Günlüğüm bitiyordu. İçimden, Soetzu Yanagi’nin kitabında paylaşılan görsellerden ilhamla yaptığım eskizden hızlı kalıplar çıkarıp, yeni yapacağım defterin kapağını bezemek geldi. Bahçede çiziverdim ve kesiverdim motifleri. Defter kapaklarıma özenmek, içini nelerle dolduracağımı etkiliyor. Bu defterlerin kapaklarını tasarlamak, benim için bir kişisel şefkat edimi haline geldi.

Sıcacıktı hava. Güneş çok tatlıydı. İçimde ona karşı kocaman bir sevgi hissettim. Güneş sevilir mi? O kocaman, sen küçük diye düşündüm. Tabii ki sevilir, neden sevilmesin, sevgi görünenin boyutundan başka bir şey. Sevgi tutulmayan ama hissedilen bir şey. Tıpkı tatlı sonbahar güneşi gibi, varken sıcacık gidince üşütüyor. İşte o güneş içimi ısıttı ısıttı. Kedi dostlarım üç bir yanıma uzadı ve keyif uykusuna yattılar. Pofu yamacıma, Toraman yanımdaki taş duvara, oğlumun ismine Bambi koyduğu yeni bıdık ise karşımda ağacın altına uzandı.

Bu üçü arasında zamanla bir ilişki dengesi oluştu, birbirlerinin varlığına alıştılar. Bambi’yle, bahçenin kıdemli dişi kedisi Pofu sık sık oynuyorlar. Yetişkin olsa da Pofu oyun oynamayı çok seviyor, hatta çoğu zaman Pofu başlatıyor oyunları. Sanırım bu bitmeyen oyunculuk Ankara kedilerinin bir özelliği. Toraman’sa eğlenceden çok, onu disipline etme taraftarı, ama benim ‘şişt, pişt yapma, vurma” demelerimle artık Bambi’nin varlığına alıştı.

Bir kompozisyonda karar kılınca onları akrilik levhalara yapıştırıp, siyah mürekkep ıstampası yardımıyla kestiğim mukavva defter kapağına bastım.

Bahçede öğlenden sonraları ben örtümü yaydıktan sonra böyle teker teker çevreme doluşuyorlar. Toraman ve Bıdık’a örtüye yatma izin vermiyorum, bir tek Pofu’ya veriyorum, çünkü iki oğlan kedi, Pofu’yu sürekli bahçeden atmaya çalışıyor. Ona biraz statü sağlamak istiyorum. Bu işe yarıyor sanki. Garip bir biçimde bahçede bir hiyerarşi var ve en tepesine beni koymuşlar. Bu gücü de suistimal etmemeye çalışıyorum. Kedilerin bile lideri olsan, güç insana garip bir hava veriyor. Sevgi gibi, gücün varlığı da hissedilebiliyor. Veriliyor, alınıyor. Çok tuhaf bu, gerçekten çok tuhaf.

Sonra içimden geldi, çiçeğin üzerine altın yaldızlı baskı da yaptım. Baskı böyle daha da hoşuma gitti. Defteri bu mukavva kapakla ciltledim.

Onlar etrafımda uyuklarken, kalıpları çizip, kesip, üzerlerini şekillendirdikten sonra düşünmeye başladım. Bu plastik tabakaları kullanmakla doğru yapıyor muyum? Sadece deneme yapmak için kullanıyorum genelde. Beğendiğim kalıpları linole oyacağım. Şimdilerde çoğu sanatçının kullanmaya başladığı oyması kolay olan çoğu linol de plastik. Ben çoğunlukla doğal malzemelerle olanından, sıkıştırılmış talaşla yapılmış olanlardan kullanıyorum, oyması -eğer bıçaklarınız keskin değilse- zor olanından, zaman alanından. Bu işleri ve neredeyse her şeyi yaparken içimde sürekli bir suçluluk duygusu olduğunu görüyorum. Bu sağlıklı mı? Mesela yazarken de var. Neyi yazsam? Hatta bazen düşünürken bile. Her yanımız kalıplarla doldu, düşünürken bile artık onlara çarpmamak imkansız hale geldi. Kader konusu örneğin. Koca bir kalıbı olan bir kelime, hatta belki kimine göre hiç sorgulanmaması bile gereken bir kelime. Bugünlerde kader konusunu da çok düşünüyorum. Kader nedir? Var mıdır? Evet, bazı insanlara göre bu soruyu içinde tartışmaman bile gerekiyor. Vardır, nokta. Ama bu onun varlığına ikna olmak için yetiyor mu gerçekten.

Bunları yaparken bahçede yanımda Arthur Schopenhauer’in Mutlu Olma Sanatı vardı. Stoacılardan farklı baktığını zaten baştan belirtiyor. Schopenhauer’in kadere yaklaşımı daha bütünlükçü, daha ekolojik. Kaderi, oluşan (farkında olduğumuz veya olmadığımız) koşullar o olandan başkasına izin vermediği için o oluyor diye tanımlıyor. Yani bütünün bir parçası olduğumuz için kaçınılmaz olarak da bir kaderimizi var ve bu açıdan kader mistik bir konu değil. O zaman şu an etrafımdaki kedi arkadaşlarım da kaderimin bir parçası, tabii ben de onların kaderinin.

Defterimin açılış sayfasına aynı motiflerle bir başka kompozisyon da bastım. Bu seferki renkliydi. Çok sevdim, enerji verdi bu sayfa ve kapakla beraber, deftere başlamak için güzel bir motivasyon oldu. Bu defterde genel anlamda daha iyi kavramaya niyetlendiğim konu ‘sağlık nedir’ olacak? Bakalım neler keşfedeceğim?

Bunları düşünürken güneş ısıttı ısıttı, içimde birden çimlerin üzerinde kedi dostlarım gibi kestirme isteği doldu. Uzandım. Gözlerimi yumdum. Bahçe duvarının aşağısında gelip geçen insanların seslerini duyuluyordu. Türkçenin tınısını sanki ilk defa duyuyormuş gibi dinledim. Sonra yukarıda ağaçta, başka bir dil duydum, biraz çatallı bir ses. Kafama bir meşe palamudu parçası düşüverdi. Bir baktım, her yıl olduğu gibi yine bu zamanlarda, meşe palamutlarını yemeye alakarga arkadaş gelmişti. ‘Ye, ye de sakın kafama sıçma.’ dedim. Dilimi anladı mı bilmiyorum ama bir başka dala kondu. Pofu gözlerini açıp minik bir ‘Miv’ yaptı, bir araba daha geçti sokaktan. Sonra gözlerim giderek ağırlaştı ve ağaçların, güneşin altında onlarla beraber ilk defa uykula daldım.