Çoğunlukla kurgu dışı okumuş biri olarak, son yıllarda kurgu edebiyatına büyük bir iştahla geri döndüm. Özellikle de klasiklere. Bunda sosyal medyanın da çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyada, her hangi bir zihinsel süzgeçten geçirmeden neredeyse herkesin kendini ifade etmeye daha doğrusu kendisini kusmaya başlamasıyla, ortak yaşam kültürüne olağanüstü bir vasıfsızlık hakim oldu. İçinde yaşadığımız vasıfsızlar çağında ruhumu beslemekte çok zorlanıyorum. Hissettiğim bu kalite yoksunluğunu, insanlığın gelmiş geçmiş en üstün eserlerine ve zihinlerine her fırsatta temas ederek gidermeye çalışıyorum.
Oğlumla da iki kişilik mini bir kitap kulübü kurduk, beraber yaşına uygun edebiyat klasiklerinden okuyoruz. Kitapları kendi okuduklarımda yaptığım gibi, özenerek, uzun mesai harcayarak belirliyorum. Seçenekleri oluşturduktan sonra içlerinden seçimi oğluma bırakıyorum. Buna ihtiyaç duymamızın bir sebebi de okulda seçilen okuma kitaplarının bir kısmını ‘kitsch’ bulması ve okumaktan kaçınması oldu. Bu tanımı çok iyi Almanca bildiği için, bilinçli kullanıyor. Yine de emin olmak için ‘kitsch’ demekle neyi kastediyorsun diye sorduğumda ‘tipler, konular, konuşmalar çok tahmin edilir ve basit oluyor’ dedi. Onun bahsettiği kitapların iyi edebiyatın en önemli prensiplerinden biri olan ‘anlatma göster’i pek sahiplenmediğini anlıyorum. Ayrıca oğlumun romanlarda fikirlerin sanki kafasını açıp içine sıkıştırılıyormuş hissi verir gibi işlenmesinden de pek hoşlanmadığı görüyorum.
Okuduğumuz romanlardaki karakterler, olaylar, yerler, ilgisini çeken metaforlar, kelimeler üzerine sohbet etmek, onun kendine has bakış açısını keşfetmek muhteşem bir tecrübe. Şimdilerde Yaşar Kemal’in Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca romanını okuyoruz. Hikayedeki Filler Sultanını hemen Hitler’e benzetti mesela. O dönemde Alman toplumunda Nazilerin baskıcı rejimine karşı direnme cesaretini gösteren Beyaz Gül (Weisse Rose) hareketinden de biraz konuştuk. Yaşar Kemal masal dilini kullanarak her dönem her toplumda görülebilecek gücün suistimali ve yozlaşma konusunu öyle evrensel ve gerçekçi biçimde anlatıyor ki, hayran olmamak mümkün değil.
Evvelsi gün, okuduğumuz roman olumlu yönde gelişiyor diye çok keyiflenmişken, Yaşar Kemal onun beklentisini aniden boşa çıkardı ve oğlum birden afalladı. Hikayenin ezilenlerin zaferiyle değil, ağır bir yenilgisiyle devam etmesine inanamadı. Görünen o ki, gerçek hayatta yaşasa onda belki travma yaratabilecek bir duruma karşı masalsı bir bağışıklık aşısıydı bu. Tüm akşam yemeğinde ve sabah okula giderken bunu konuştuk. Kafasına takılmıştı, çünkü olayın böyle gelişebildiğine inanamıyordu, ona göre haklı olan, mağdur olan kazanmalıydı, hayatın adil olmasını bekliyor ve kaybetmelerinin nedenini anlayamıyordu. Sorguluyordu. Gerçek hayatın acımasız tecrübesi gerekmeden ve edebiyat sayeside oğlum, büyük, yozlaşmış ve zalim bir gücün üstesinden yalnızca haklı olmak, umut, inanç, dayanışma ve cesaretle gelinemeyebileceğini öğreniyordu. Böyle bir güçle başa çıkmak için bunların yanında başka şeylere, yani bilgi, sabır, tecrübe ve akla da ihtiyaç vardı. Nitekim hikaye bir şekilde yine mutlu sonla bitiyor, ama hiç öyle kolay biçimde elde edilen bir mutlu son değil bu. Romanı okumak isteyenler için daha fazla tat kaçıran vermek istemem.
‘Romancı, insanların toplumdaki konumlarını yansıtan merceği değiştiren insandır; zenginliği ve gücü büyük gösteren merceği kaldırıp onun yerine karakter niteliklerini öne çıkarak ahlaki bir mercek yerleştirir.’
diyor Alain de Botton (Statü Endişesi; Sel Yayınları).
Ve bence buna ek olarak aynı zamanda iyi romancı, okuru ister çocuk, ister genç ya da yetişkin olsun bunu göze parmak batırıcasına yapmayandır. Roman okurken hikayeyi yalnızca romancı kurgulamaz, biz de okuyucu olarak yaratım sürecine katılırız. Okurken, hikayeyi yazarın bildiği, söylemediği ama belli belirsiz işaret ettiği yerlerde içimizde kendi kişiliğimiz ve hayal gücümüzle yaratırız. Bu kısma iyi romancı karışmaz, çünkü bu kısım okuma zevkini veren, okurun hayal ve düşünce gücünün sınırlarının esnediği, genişlediği alandır. Hatta içimizdeki bu alanı genişletmek için okuruz desek yalan olmaz. Bu alanı kendi fikirleriyle tümden işgal eden bir yazar okuyucunun hayal gücünü ve düşüncelerini köreltici etki bile yapabilir. Gördüğüm kadarıyla oğlum da bunu istemiyor.
Burada onun sevmediği kitaplardan örnek neden vermediğimi soranlar olabilir. Böyle yaparak bir yazarı parmakla göstermek istemem, ayrıca ülkemizde artan yazma çabasını da takdir ediyorum. Okuyucular da yazarlar gibi farklı farklı düzeylerde oluyorlar, birine iyi gelen yazar diğerine gelmeyebiliyor. İnsan iyisini de, kötüsünü de okudukça ayırt ediyor, okuma becerisi, zevki gelişiyor ve tabii ki zamanla yalnızca iyileri okumak istiyor. Oğlum da bu yolda gelişiyor.
“Karıncalarla filler hikayesi, elbette halkın yarattığı bir hikayedir. Küçük bir hikaye. Ben bu hikayeyi aldım işledim. Belki bu hikaye çağlar önce Anadolu’da uydurulmuştu. Bir küçücük hikaye olarak günümüze kadar geldi ve benim elime geçti… Doğanın en büyük hayvanı olan fili sömürücü olarak aldım. Benden önce halk, bu zavallı garip hayvanı, ona düşmanlığından değil, sırf iri gövdesinden ötürü sömürücüye simge olarak almış. Sömürülenlerin çokluğunu, çalışkanlığını, yaratıcılığını göstermek için de halk karıncayı almış.
Yaşar Kemal
Neye üzülüyorum biliyor musunuz, bu kitabı okuyanlar, özellikle de çocuklar, filleri belki hiç sevmeyecekler. Bu bana çok dokunuyor. Ne yapabilirdim ki? Oysa filler, bugünkü sömürücüler kadar ne korkunçtur, ne zalimdir, ne özgürlük düşmanıdır, ne de işkencecidirler. Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim…”
Kitaba değinmişken Ömür Balcıoğlu’nun resimlemesine değinmeden de geçemeyeceğim. Yaşar Kemal’ın sözlerinde görülüyor ki aslında her şeyden habersiz fillerin, masalda insanın despot tarafıyla bütünleştirilmesinden ve çocukların ileride onlara bu olumsuz yüklemelerle bakabileceğinden içten içe rahatsızlık duyuyor. Buna karşılık Ömür Balcıoğlu, Fil Sultan’ı pembe ve öyle sevimli resmetmiş ki, kitap boyunca önümüze çıkan illüstrasyonlar, resimler okuyanlara bunun bir masal olduğunu sürekli hatırlatıyor ya da kim bilir bazen bir despotun böyle sevimli bir yüzü olabileceğini de. Bu resimlerin okura bir görsel ziyafet sunduğu ve kitabı daha da ilginç kıldığını düşünüyorum. Oğlum da onları çok ilginç buldu.
Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca kitabı hangi yaşa uygun sorusu soran olabilir. Bunun cevabını vermek güç, çünkü yetişkinlerin de keyifle okuyabileceği düzeyde bir anlatıya sahip. Bir çocuğun bunu okumaya hazır olup olmadığına ise, çocuğu ve kitabı tanıyan bir büyüğün sezgisi karar verebilir diye düşünüyorum ve yazımı kitaptan bir alıntıyla bitiriyorum.
Filler Sultanı ile Kırmızı Topla Karınca – Yaşar Kemal, 1977“Şimdi söyle, bana olan sözün ne?”
“Beni iyi dinle sultan. Karınca ülkelerine senin bu koca, lop lop gövdenle sefer yapmanın hiç gereği yok.”
“Allah Allah, nasıl buyruğum altına alacağım o kadar ülkeyi öyleyse? Hiç olmazsa beni görmeliler, değil mi, buyruğum altına girecek karıncalar…”
“Hiçbir gereği yok,” dedi ulukepez.
“Ne yapacaksın söyle bana, ey hüdhüd?”
“Dinle beni sultanım, ben insanların arasında çok kaldım. Onlardan çok hileler öğrendim ki, hile derim sana.”…
Yeni Yazı ve Ürün Bültenine Abone Ol