Geçen hafta Türkiye’de yine çok sarsıcı bir olay oldu. Bir önceki yazıyı yazdığımda haberim yoktu, fakat yazı olayın çok uzağında da kalmamış. Hatta sezgilerimde haklı olduğumun talihsiz bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Bahsettiğim haberi eğer önce öğrenmiş olsaydım muhtemelen yazıyı yazamayacaktım. Aslında son yıllarda çalışmalarım bu sebepten sık sık sekteye uğruyor. Gündem bazen duygu ve düşünce dünyamı öylesine altüst ediyor ki, aldığım haberleri anlamlandırma ve sonrasında belirli ölçüde normale dönmeye çalışmakla bazen koca bir gün geçiyor. Bu süreçten sağlığım ne kadar olumsuz etkileniyor onu da bilemiyorum. Artık pek genç değilim, sağlıklı kalmaya özen göstermem gereken zamanlar geldi.
Böyle zamanlarda, Jung’un 48 yaşında Bolingen’de Zürih gölünün kıyısında, kendi elleriyle inşaa etmeye başladığı Kule’sine pek özeniyorum. Jung orada sık sık tek başına inzivaya çekilerek çalışmış. Doğal atmosferi bozmamak, kendi deyimiyle ‘ataların ruhlarını’ kaçırmamak için döneminin teknolojisi, elektrik ve telefonu dahi Kule’sine sokmamış.
“Bolingen’de sessizlik beni neredeyse duyulabilir bir şekilde sarıyor ve ‘doğa ile mütevazı bir uyum içinde’ yaşıyorum. Yüzyıllara kadar uzanan düşünceler yüzeye çıkıyor ve buna bağlı olarak uzak geleceği öngörüyor. Burada yaratılışın azabı azalıyor, yaratıcılık ve oyun birbirine yakınlaşıyor.”
C.G.Jung / Bir Ruh Arayışındaki Modern İnsan (Modern Man in Search of A Soul)
Jung daha o zamanlar modern dünyada birçok ülkede çocukların artık eskisi gibi odaklanma becerilerine sahip olmadığından yakınıyor. Bunda sinemanın, radyonun, televizyonun, motorlu araçların ve uçakların gürültülerinin çok etkisi olduğunu söylüyor. Hatta restoranlarda bile sürekli açık tutulan radyolardan ve müzikten o kadar rahatsız oluyor ki, bir keresinde herkesin önünde masadan kalkıp radyonun fişini çekiverdiğinden bahsediyor.
“Aralarında kolay iletişim araçlarını ve diğer rahatlıkları saymamız gereken, tüm zaman kazandıran cihazlar paradoksal bir şekilde bize zaman kazandırmaz, sadece zamanımızı o kadar doldurur ki, hiçbir şey için zamanımız kalmaz. Bundan dolayı, nefessiz acelecilik, yüzeysellik ve eşlik eden tüm semptomlarla birlikte sinir yorgunluğu – uyarılmışlık, sabırsızlık, sinirlilik, kararsızlık vb. Böyle bir durum her türlü şeye yol açar ama asla aklın ve kalbin artan kültürüne yol açmaz. “
C.G.Jung / C.G. Jung’un Toplu Eserleri
Düşünmeden edemiyorum, o zamanlar televizyon bile yaygın değildi ve Jung toplumda gözlediği odaklanma problemlerinden şikayetçiymiş. Şimdi yaşasaydı içinde bulunduğumuz duruma ne derdi, dahası Jung acaba o kuramlarını geliştirebilir miydi? Söz konusu ifadelerden 70-80 yıl sonra, dikkatimizin paramparça olduğu, çok satan raflarında dikkatin nasıl toplanacağına dair binbir tavsiye veren kitapların ortaya çıktığı bu çağda, insanlık olarak birikmiş onca yerel ve küresel probleme hiçbir etkili çözüm bulamıyor ve hatta problemlerin ne olduğunu dahi tam olarak kavrayamıyor olmamız bir tesadüf mü? Değil. Bunun için gereken derin düşünme, odaklanma, sabır ve uzun vadeli konular üzerinde çalışma becerimizi tüm bu uyarılara rağmen kaybedeli çok oldu.
Jung’dan çok önce Arthur Schopenhauer’in 1800’lerde daha motorlu araçlar icat edilmeden şehirde arabacıların sürekli kırbaç şaklatmasından şikayetçi olduğunu görüyoruz. Sadece yersiz gürültü yarattığı için değil atlara gereksiz bir eziyet olduğu için de rahatsızlık duyuyor:
“…neredeyse bütün büyük yazarların yaşamöykülerinde ya da kişisel ifadelerinin kayıtlı olduğu her yerde gürültünün entellektüel insanlara tattırdığı acıya dair şikayetlere rastlarım… Ele aldığımız konuyu şu şekilde açıklamak isterim: Eğer büyük bir elmas küçük küçük parçalar halinde kesilirse, derhal bütün olarak sahip olduğu değeri kaybeder veya bir ordu küçük birliklere parçalansa veya bölünse bütün gücünü kaybeder; tıpkı bunun gibi büyük bir zihin dışarıdan müdahaleye maruz kalmasıyla, rahatsız edilmesiyle, dikkatinin dağıtılmasıyla ya da ilgisinin başka bir yöne çevrilmesiyle birlikte, sıradan bir zihne göre sahip olduğu üstünlük ve ayrıcalığını kaybeder; çünkü onun üstünlüğü, tıpkı içi bükey bir aynanın üzerine düşen ışığın tüm ışınlarını yoğunlaştırması gibi bütün gücünü tek bir noktaya ve konuya yoğunlaştırmasını gerektirir. Gürültünün sebebiyet verdiği sekte ya da fasıla bu yoğunlaşmayı engeller…Günümüzde her yerde insan hayal edilemeyecek kadar büyük bir özenle bedeni ve bedeninin ihtiyaçları peşinde koşmaktadır; saygı şöyle dursun hiçbir şekilde ne küçük bir nezaket ya da himaye göremeyecek tek şey düşünen kafa mıdır?… Doğrusunu bilmek isterdim kimbilir bu kırbaç şaklamalarıyla kaç büyük ve muhteşem düşünce dünyayı terk etmektedir? “
Arthur Schopenhauer (1788–1860), Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine (Say Yayınları)
Schopenhauer şimdi yaşasaydı artan şehir gürültüsüne, sürekli çalan telefonlara, bildirimlere, durmaksızın yapılan paylaşımlara ne derdi? Onun bahsettiği ‘büyük zekalardan’ biri olup olmadığımı bilemem; fakat sosyal medyanın neredeyse tek haber kaynağı kaldığı ülkemizde, sessiz sakin atölyemde bile, artık lime lime olmuş dikkatimi toplayıp çalışamıyorum. Yaşama bir nebze olsun katkıda bulunabilecek kim bilir ne fikirler, ne işler zihnimden, ellerimden hayata karışamadan, hatta daha ben farkedemeden buharlaşıp uçuyor. Çok üzülüyorum. Zamanım, imkanlarım öylece ellerimden kayıp gidiyor ve biliyorum benim gibi milyonlar var. Buna nasıl bir dur demeli? Her geçen gün daha da yozlaşan güncel, daha iyi alternatiflerini inşa etmek için gereken dikkatimizi bizden çalarak aslında geleceğimizi çalıyor. Çürümeyle dolu haberlerin içinde kaygıyla debelenip dururken daha aydınlık bir yaşamı nerede ve nasıl inşaa edeceğiz? Onun hayalini ne zaman kuracağız? Bu soruların cevaplarını arıyorum, bulamıyorum. Fakat bir yandan sezgilerim artık bunun bir irade meselesi olduğunu da söylüyor. Örneğin dünya savaşları sırasında üstün eserler verebilmiş insanlardan daha zor koşullarda yaşadığımızı düşünmüyorum.
Aklıma Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam kitabında Büyük Taarruz öncesi o en kaygı dolu, hatta ölüm kalım bekleyişinde dahi Atatürk’ün roman okuduğundan bahsedilişi geliyor. Bu beni çok etkilemiştir. Hiçbir zaman ve koşulda gelecekten umudu kesmeyen bir iradeye sahip olmak, bulunan en ufak imkanda dahi sahip olunan bilgi, anlayış ve beceriyi artırmak için çalışmak:
“…Büyük taarruz sırasında Başkomutanlık karargahında vazifeli olan Binbaşı Mahmut Bey (Soydan. Sonradan Siirt Mebusu) o günlere ait notları günü güne tutmuş ve bunların bir kısmını yayınlamıştır. Bu notlardan bazı parçaları buraya alıyoruz.
…. 22 Ağustos 1922, Bugün de Akşehir’deyiz Paşa daireden çıkmadı. Akşama kadar Çalıkuşu’nu okudu. Çok memnun oldu, takdir etti. Herkeste evvel uyanmış, giyinmiş çadırlar arasında dolaşıyordu… Saat üçte çadırlar arasında bir faaliyet başladı. İnsan sesi yok! Yalnız hareket yalnız koşuşma…
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal, 1919-1922, Cilt II
Böyle bir zamanda dahi okuyabilme, düşünme iradesine sahip olduğumuzu hayal edebiliyor muyuz? Belki artık etmeliyiz.
Yeni Yazı ve Ürün Bültenine Abone Ol