Derin Okumak, Düşünmek, Çalışmak Hayali

Geçen hafta Türkiye’de yine çok sarsıcı bir olay oldu. Bir önceki yazıyı yazdığımda haberim yoktu, fakat yazı olayın çok uzağında da kalmamış. Hatta sezgilerimde haklı olduğumun talihsiz bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Bahsettiğim haberi eğer önce öğrenmiş olsaydım muhtemelen yazıyı yazamayacaktım. Aslında son yıllarda çalışmalarım bu sebepten sık sık sekteye uğruyor. Gündem bazen duygu ve düşünce dünyamı öylesine altüst ediyor ki, aldığım haberleri anlamlandırma ve sonrasında belirli ölçüde normale dönmeye çalışmakla bazen koca bir gün geçiyor. Bu süreçten sağlığım ne kadar olumsuz etkileniyor onu da bilemiyorum. Artık pek genç değilim, sağlıklı kalmaya özen göstermem gereken zamanlar geldi.

Carl Gustav Jung (1875- 1961)
2019 – Eskiz defterimden – suluboya, mürekkep

Böyle zamanlarda, Jung’un 48 yaşında Bolingen’de Zürih gölünün kıyısında, kendi elleriyle inşaa etmeye başladığı Kule’sine pek özeniyorum. Jung orada sık sık tek başına inzivaya çekilerek çalışmış. Doğal atmosferi bozmamak, kendi deyimiyle ‘ataların ruhlarını’ kaçırmamak için döneminin teknolojisi, elektrik ve telefonu dahi Kule’sine sokmamış.

“Bolingen’de sessizlik beni neredeyse duyulabilir bir şekilde sarıyor ve ‘doğa ile mütevazı bir uyum içinde’ yaşıyorum. Yüzyıllara kadar uzanan düşünceler yüzeye çıkıyor ve buna bağlı olarak uzak geleceği öngörüyor. Burada yaratılışın azabı azalıyor, yaratıcılık ve oyun birbirine yakınlaşıyor.”

C.G.Jung / Bir Ruh Arayışındaki Modern İnsan (Modern Man in Search of A Soul)

Jung daha o zamanlar modern dünyada birçok ülkede çocukların artık eskisi gibi odaklanma becerilerine sahip olmadığından yakınıyor. Bunda sinemanın, radyonun, televizyonun, motorlu araçların ve uçakların gürültülerinin çok etkisi olduğunu söylüyor. Hatta restoranlarda bile sürekli açık tutulan radyolardan ve müzikten o kadar rahatsız oluyor ki, bir keresinde herkesin önünde masadan kalkıp radyonun fişini çekiverdiğinden bahsediyor.

Aralarında kolay iletişim araçlarını ve diğer rahatlıkları saymamız gereken, tüm zaman kazandıran cihazlar paradoksal bir şekilde bize zaman kazandırmaz, sadece zamanımızı o kadar doldurur ki, hiçbir şey için zamanımız kalmaz. Bundan dolayı, nefessiz acelecilik, yüzeysellik ve eşlik eden tüm semptomlarla birlikte sinir yorgunluğu – uyarılmışlık, sabırsızlık, sinirlilik, kararsızlık vb. Böyle bir durum her türlü şeye yol açar ama asla aklın ve kalbin artan kültürüne yol açmaz. 

C.G.Jung / C.G. Jung’un Toplu Eserleri

C. G. Jung (1875- 1961)
Zürih Gölü kıyısında – 2019 Eskiz defterimden- suluboya, mürekkep

Düşünmeden edemiyorum, o zamanlar televizyon bile yaygın değildi ve Jung toplumda gözlediği odaklanma problemlerinden şikayetçiymiş. Şimdi yaşasaydı içinde bulunduğumuz duruma ne derdi, dahası Jung acaba o kuramlarını geliştirebilir miydi? Söz konusu ifadelerden 70-80 yıl sonra, dikkatimizin paramparça olduğu, çok satan raflarında dikkatin nasıl toplanacağına dair binbir tavsiye veren kitapların ortaya çıktığı bu çağda, insanlık olarak birikmiş onca yerel ve küresel probleme hiçbir etkili çözüm bulamıyor ve hatta problemlerin ne olduğunu dahi tam olarak kavrayamıyor olmamız bir tesadüf mü? Değil. Bunun için gereken derin düşünme, odaklanma, sabır ve uzun vadeli konular üzerinde çalışma becerimizi tüm bu uyarılara rağmen kaybedeli çok oldu.

Jung’dan çok önce Arthur Schopenhauer’in 1800’lerde daha motorlu araçlar icat edilmeden şehirde arabacıların sürekli kırbaç şaklatmasından şikayetçi olduğunu görüyoruz. Sadece yersiz gürültü yarattığı için değil atlara gereksiz bir eziyet olduğu için de rahatsızlık duyuyor:

“…neredeyse bütün büyük yazarların yaşamöykülerinde ya da kişisel ifadelerinin kayıtlı olduğu her yerde gürültünün entellektüel insanlara tattırdığı acıya dair şikayetlere rastlarım… Ele aldığımız konuyu şu şekilde açıklamak isterim: Eğer büyük bir elmas küçük küçük parçalar halinde kesilirse, derhal bütün olarak sahip olduğu değeri kaybeder veya bir ordu küçük birliklere parçalansa veya bölünse bütün gücünü kaybeder; tıpkı bunun gibi büyük bir zihin dışarıdan müdahaleye maruz kalmasıyla, rahatsız edilmesiyle, dikkatinin dağıtılmasıyla ya da ilgisinin başka bir yöne çevrilmesiyle birlikte, sıradan bir zihne göre sahip olduğu üstünlük ve ayrıcalığını kaybeder; çünkü onun üstünlüğü, tıpkı içi bükey bir aynanın üzerine düşen ışığın tüm ışınlarını yoğunlaştırması gibi bütün gücünü tek bir noktaya ve konuya yoğunlaştırmasını gerektirir. Gürültünün sebebiyet verdiği sekte ya da fasıla bu yoğunlaşmayı engeller…Günümüzde her yerde insan hayal edilemeyecek kadar büyük bir özenle bedeni ve bedeninin ihtiyaçları peşinde koşmaktadır; saygı şöyle dursun hiçbir şekilde ne küçük bir nezaket ya da himaye göremeyecek tek şey düşünen kafa mıdır?… Doğrusunu bilmek isterdim kimbilir bu kırbaç şaklamalarıyla kaç büyük ve muhteşem düşünce dünyayı terk etmektedir?

Arthur Schopenhauer  (1788–1860), Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine (Say Yayınları)

Schopenhauer şimdi yaşasaydı artan şehir gürültüsüne, sürekli çalan telefonlara, bildirimlere, durmaksızın yapılan paylaşımlara ne derdi? Onun bahsettiği ‘büyük zekalardan’ biri olup olmadığımı bilemem; fakat sosyal medyanın neredeyse tek haber kaynağı kaldığı ülkemizde, sessiz sakin atölyemde bile, artık lime lime olmuş dikkatimi toplayıp çalışamıyorum. Yaşama bir nebze olsun katkıda bulunabilecek kim bilir ne fikirler, ne işler zihnimden, ellerimden hayata karışamadan, hatta daha ben farkedemeden buharlaşıp uçuyor. Çok üzülüyorum. Zamanım, imkanlarım öylece ellerimden kayıp gidiyor ve biliyorum benim gibi milyonlar var. Buna nasıl bir dur demeli? Her geçen gün daha da yozlaşan güncel, daha iyi alternatiflerini inşa etmek için gereken dikkatimizi bizden çalarak aslında geleceğimizi çalıyor. Çürümeyle dolu haberlerin içinde kaygıyla debelenip dururken daha aydınlık bir yaşamı nerede ve nasıl inşaa edeceğiz? Onun hayalini ne zaman kuracağız? Bu soruların cevaplarını arıyorum, bulamıyorum. Fakat bir yandan sezgilerim artık bunun bir irade meselesi olduğunu da söylüyor. Örneğin dünya savaşları sırasında üstün eserler verebilmiş insanlardan daha zor koşullarda yaşadığımızı düşünmüyorum.

Reşat Nuri Güntekin – (1889-1956) – Fotoğraf: Salt Arşiv

Aklıma Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam kitabında Büyük Taarruz öncesi o en kaygı dolu, hatta ölüm kalım bekleyişinde dahi Atatürk’ün roman okuduğundan bahsedilişi geliyor. Bu beni çok etkilemiştir. Hiçbir zaman ve koşulda gelecekten umudu kesmeyen bir iradeye sahip olmak, bulunan en ufak imkanda dahi sahip olunan bilgi, anlayış ve beceriyi artırmak için çalışmak:

…Büyük taarruz sırasında Başkomutanlık karargahında vazifeli olan Binbaşı Mahmut Bey (Soydan. Sonradan Siirt Mebusu) o günlere ait notları günü güne tutmuş ve bunların bir kısmını yayınlamıştır. Bu notlardan bazı parçaları buraya alıyoruz.

…. 22 Ağustos 1922, Bugün de Akşehir’deyiz Paşa daireden çıkmadı. Akşama kadar Çalıkuşu’nu okudu. Çok memnun oldu, takdir etti. Herkeste evvel uyanmış, giyinmiş çadırlar arasında dolaşıyordu… Saat üçte çadırlar arasında bir faaliyet başladı. İnsan sesi yok! Yalnız hareket yalnız koşuşma…

Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal, 1919-1922, Cilt II

Böyle bir zamanda dahi okuyabilme, düşünme iradesine sahip olduğumuzu hayal edebiliyor muyuz? Belki artık etmeliyiz.

Yeni Yazı ve Ürün Bültenine Abone Ol

Neden Klasikleri Okuyorum?

Sanem Aker Hakuba

Rembrandt Atölyesi, Açık Kitap Önünde Uyuyakalmış Genç Adam 1650–1655. tuval üzerine yağlı boya
Ulusal Müze – Stokholm – İsveç

Sitemde en son yazı paylaştığımdan bu yana yedi ay geçmiş. Genele yazma konusunda bir ketlenme yaşıyorum, ama defterlerime yazmayı hiç bırakmadım. Bu bahsettiğim ketlenme, düşüncelerimi, duygularımı, bilgilerimi, çalışmalarımı dış dünyaya aktarmaya eskisi kadar çok gönüllü olmadığım anlamına geliyor. Uzun süre nedenini çözemedim, aşmak için kendimi zorladım, fakat pek işe yaramadı.

Kafam biraz karışık. Yazmayı deneyeceğim, çünkü düşüncelerimi en kolay berraklaştırma yollarından birinin yazmak olduğunu biliyorum. Bir cevap ya da bir sürü cevap arıyorum.

Bence ben pek değişmedim, ama internetin, bu ‘bizi birbirimize bağlayan ağ’ denen şeyin yapısı değişti. ‘Biz’ denen şey değişti. Bu ‘biz’ veya ‘bizi birbirimize bağlayan ağ’ bana eskisi kadar iyi görünmüyor, hatta kötücül bile denilebilecek bir dönüşüm geçiriyor sanki. Şimdi bu yazdığımı birkaç kez silip tekrar yazdım. Özde hümanist olduğumdan ve bu sezgi beni derinden etkilediğinden, onu mümkün olduğunca yadsımak istiyorum. Fakat pek başarılı olduğum söylenemez.

Bu yaz, yıllarca uzunluğundan gözümün korktuğu üç ciltlik Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi romanını okudum. Aslında beni buna Ursula Le Guin’in roman hakkında okuduğum bir yazısı ikna etti. Tolkien ve kitabına dair belki ileride daha uzun yazarım, ama burada değinmek istediğim hikayede hünerle ve adım adım hissettirilmeye çalışıldığı gibi, sanki dünyada yıllardır bir köşede saklı kalan o yüzük uyandı, havada, toprakta, suda adı tam konamayan bir şeyler değişiyor. Ya da bu his bana algoritmaların bir oyunu. Malum ben de birçok insan gibi uzun süredir algoritmalar önüme ne koyarsa onla dünya algımın önemli bir kısmını oluşturuyorum. Algoritmalar ekrandan gözümü ayırmamam için akışa durmaksızın alakalı alakasız bir sürü şey atıyor, tabi bir sürü şeyi de gizliyor. Bazı şeyleri bazı şeylerden önce veya sonra sunuluyor. Bunları neden, hangi mantığa göre yapıyor bilmiyorum, tek emin olduğum iyiliğimi pek düşünmediği.

Bir cevap buldum sanırım, iyiliğimi gözetmeyen kanallardan sürekli enformasyon yağmuruna tutulmak, kandırılmamak için sürekli tetikte kalmak demek yani bir sürekli şüphe ve tetikte olma hali. Sinsi biriyle yakın arkadaşlık etmek gibi, böylesine ne kadar arkadaşlık denirse tabii. İnsandan kar eden bu devasa platfomların insanın iyiliğini gözetme yükümlülüğü taşımaması artık bize ne kadar doğal geliyor, bu duruma da yavaş yavaş alıştırıldık. Dünyada büyük güce sahip olup bunun hiçbir sorumluluğunu taşımamak giderek normalleşiyor. Bu konu çok uzayabilir ve sayfalarca yazabilirim, ama istemiyorum. Bunlardan yıllardır şikayet ediyorum, o zamandan bu yana iyileşme değil daha da kötüye gidiş oldu. Ben de hayatımı çok derinden etkileyen bu duruma bireysel olarak etki edememe halinden yoruldum açıkçası.

Alexander Tallén – Seramik
Ulusal Müze – Stokholm – İsveç

Evet çok şikayet edecek şey var, fakat iyi bir gelişme olarak ekranlara ilgim azalırken, edebiyat klasiklerini okumaya olan ilgimde müthiş bir artış oldu. Hatta ailece bir ilgi artışı oldu diyebilirim. Klasikleri okumaya ağırlık vermenin bende dıştan görünen nasıl olumlu bir etkisi olduysa, genelde pragmatik düşünen eşim de kurgu dışı kitapları okumayı bırakıp, klasik edebiyata yöneldi. Çok yoğun bir işi olmasına rağmen, fırsat buldukça bir kitap, bir kitap daha hızına inanamadım. O zaman anladım ki büyülü bir dünya bu.

“Eski çağların tılsımları gibi, evrenin eşdeğeri biçimini alan bir kitaba klasik denir.”

Italo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı

Sadece okumayı değil kitabın eşya olarak da sevdiğimden, e-kitaplardan değil, okuma istatistiğim tutulmadan yazılanlarla baş başa kalabileceğim, herhangi bir yeri tıklanamayan, sayfalarının gerçek olduğu, parmakla çevrilebildiği, kalınlığından dolayı ağır veya hafif gelen, matbaa kokusu duyulan kitaplardan okuyorum. Klasikleri okurken, sanal dünyadan farklı olarak, gönül rahatlığıyla gardımı düşürüp, kalitesi ve hayata katkısı 2000, 1000, 500, 200, 100 en kötü 50 yıl kadar, binlerce-milyonlarca insan tarafından test edilmiş satırlardan etkilenmeye kendimi açık kılabiliyorum ve çok defa da çok iyi yönde etkileniyorum. İyiden kastım anlayışımın artması, hayata hiç bakmadığım açılardan bakmak, kolay kolay göremeyeceğim ayrıntıların farkına varmak. Klasikleri okumak insana olan inancımı tümden tazelenmese de tamamıyla yok olmasını engelliyor.

“Klasikler, haklarında duyduklarımızla ne kadar bildiğimize inanıyorsak, gerçekten okuduğumuzda o kadar yeni, beklenmedik, benzersiz bulduğumuz kitaplardır.”

Italo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı – Yapı Kredi Yayınları

Önümüzdeki dönemde sanırım klasikler konusuna daha fazla değineceğim. Ama eğer her ağzı olanın fikir belirttiği bu ortamdan bunaldıysanız ve kişisel gelişimciler, yaşam guruları ve influencerlardan ötede duran gerçek bilgeliğe susadıysanız; size klasikleri okumaya başlamanızı veya okumaya geri dönmenizi ne kadar tavsiye etsem az. Etkisini daha ilk kitapta göreceğinizden eminim. Klasikler en büyük yardımı kalitesizliğe artan tahammülünüzü ortadan kaldırarak yapacaklar. Dünyayı değiştiremesek de kaliteli okumalar yaparak biraz olsun kendi zihnimizi değiştireceğiz ya da en azından içine atılmış çer çöpten biraz olsun arındıracağız. Ama yine de maalesef unutmamak gereken bir şey var ki:

Kendinizi buraya kapatabilirsiniz, ama dünyayı sonsuza dek dışarıya hapsedemezsiniz.

J.R.R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi

Yeni Yazı ve Ürün Bültenine Abone Ol

Bizim Mini Kitap Kulübümüz

Sanem Aker Hakuba

Çoğunlukla kurgu dışı okumuş biri olarak, son yıllarda kurgu edebiyatına büyük bir iştahla geri döndüm. Özellikle de klasiklere. Bunda sosyal medyanın da çok etkisi olduğunu düşünüyorum.  Sosyal medyada, her hangi bir zihinsel süzgeçten geçirmeden neredeyse herkesin kendini ifade etmeye daha doğrusu kendisini kusmaya başlamasıyla, ortak yaşam kültürüne olağanüstü bir vasıfsızlık hakim oldu. İçinde yaşadığımız vasıfsızlar çağında ruhumu beslemekte çok zorlanıyorum. Hissettiğim bu kalite yoksunluğunu, insanlığın gelmiş geçmiş en üstün eserlerine ve zihinlerine her fırsatta temas ederek gidermeye çalışıyorum.

Oğlumla da iki kişilik mini bir kitap kulübü kurduk, beraber yaşına uygun edebiyat klasiklerinden okuyoruz.  Kitapları kendi okuduklarımda yaptığım gibi, özenerek, uzun mesai harcayarak belirliyorum. Seçenekleri oluşturduktan sonra içlerinden seçimi oğluma bırakıyorum. Buna ihtiyaç duymamızın bir sebebi de okulda seçilen okuma kitaplarının bir kısmını ‘kitsch’ bulması ve okumaktan kaçınması oldu. Bu tanımı çok iyi Almanca bildiği için, bilinçli kullanıyor. Yine de emin olmak için ‘kitsch’ demekle neyi kastediyorsun diye sorduğumda ‘tipler, konular, konuşmalar çok tahmin edilir ve basit oluyor’ dedi. Onun bahsettiği kitapların iyi edebiyatın en önemli prensiplerinden biri olan ‘anlatma göster’i pek sahiplenmediğini anlıyorum. Ayrıca oğlumun romanlarda fikirlerin sanki kafasını açıp içine sıkıştırılıyormuş hissi verir gibi işlenmesinden de pek hoşlanmadığı görüyorum. 

eskiz defterimden -2021

Okuduğumuz romanlardaki karakterler, olaylar, yerler, ilgisini çeken metaforlar, kelimeler üzerine sohbet etmek, onun kendine has bakış açısını keşfetmek muhteşem bir tecrübe. Şimdilerde Yaşar Kemal’in Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca romanını okuyoruz. Hikayedeki Filler Sultanını hemen Hitler’e benzetti mesela. O dönemde Alman toplumunda Nazilerin baskıcı rejimine karşı direnme cesaretini gösteren Beyaz Gül (Weisse Rose) hareketinden de biraz konuştuk. Yaşar Kemal masal dilini kullanarak her dönem her toplumda görülebilecek gücün suistimali ve yozlaşma konusunu öyle evrensel ve gerçekçi biçimde anlatıyor ki, hayran olmamak mümkün değil.

Evvelsi gün, okuduğumuz roman olumlu yönde gelişiyor diye çok keyiflenmişken, Yaşar Kemal onun beklentisini aniden boşa çıkardı ve oğlum birden afalladı. Hikayenin ezilenlerin zaferiyle değil, ağır bir yenilgisiyle devam etmesine inanamadı. Görünen o ki, gerçek hayatta yaşasa onda belki travma yaratabilecek bir duruma karşı masalsı bir bağışıklık aşısıydı bu. Tüm akşam yemeğinde ve sabah okula giderken bunu konuştuk. Kafasına takılmıştı, çünkü olayın böyle gelişebildiğine inanamıyordu, ona göre haklı olan, mağdur olan kazanmalıydı, hayatın adil olmasını bekliyor ve kaybetmelerinin nedenini anlayamıyordu. Sorguluyordu. Gerçek hayatın acımasız tecrübesi gerekmeden ve edebiyat sayeside oğlum, büyük, yozlaşmış ve zalim bir gücün üstesinden yalnızca haklı olmak, umut, inanç, dayanışma ve cesaretle gelinemeyebileceğini öğreniyordu. Böyle bir güçle başa çıkmak için bunların yanında başka şeylere, yani bilgi, sabır, tecrübe ve akla da ihtiyaç vardı. Nitekim hikaye bir şekilde yine mutlu sonla bitiyor, ama hiç öyle kolay biçimde elde edilen bir mutlu son değil bu. Romanı okumak isteyenler için daha fazla tat kaçıran vermek istemem.

‘Romancı, insanların toplumdaki konumlarını yansıtan merceği değiştiren insandır; zenginliği ve gücü büyük gösteren merceği kaldırıp onun yerine karakter niteliklerini öne çıkarak ahlaki bir mercek yerleştirir.’

diyor Alain de Botton (Statü Endişesi; Sel Yayınları).

Ve bence buna ek olarak aynı zamanda iyi romancı, okuru ister çocuk, ister genç ya da yetişkin olsun bunu göze parmak batırıcasına yapmayandır. Roman okurken hikayeyi yalnızca romancı kurgulamaz, biz de okuyucu olarak yaratım sürecine katılırız. Okurken, hikayeyi yazarın bildiği, söylemediği ama belli belirsiz işaret ettiği yerlerde içimizde kendi kişiliğimiz ve hayal gücümüzle yaratırız. Bu kısma iyi romancı karışmaz, çünkü bu kısım okuma zevkini veren, okurun hayal ve düşünce gücünün sınırlarının esnediği, genişlediği alandır. Hatta içimizdeki bu alanı genişletmek için okuruz desek yalan olmaz.  Bu alanı kendi fikirleriyle tümden işgal eden bir yazar okuyucunun hayal gücünü ve düşüncelerini köreltici etki bile yapabilir. Gördüğüm kadarıyla oğlum da bunu istemiyor.

Burada onun sevmediği kitaplardan örnek neden vermediğimi soranlar olabilir. Böyle yaparak bir yazarı parmakla göstermek istemem, ayrıca ülkemizde artan yazma çabasını da takdir ediyorum. Okuyucular da yazarlar gibi farklı farklı düzeylerde oluyorlar, birine iyi gelen yazar diğerine gelmeyebiliyor. İnsan iyisini de, kötüsünü de okudukça ayırt ediyor, okuma becerisi, zevki gelişiyor ve tabii ki zamanla yalnızca iyileri okumak istiyor. Oğlum da bu yolda gelişiyor. 

Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca,
Yazan: Yaşar Kemal, Resimleyen: Ömür Balcıoğlu,
Yapı Kredi Yayınları, 43. Baskı

“Karıncalarla filler hikayesi, elbette halkın yarattığı bir hikayedir. Küçük bir hikaye. Ben bu hikayeyi aldım işledim. Belki bu hikaye çağlar önce Anadolu’da uydurulmuştu. Bir küçücük hikaye olarak günümüze kadar geldi ve benim elime geçti… Doğanın en büyük hayvanı olan fili sömürücü olarak aldım. Benden önce halk, bu zavallı garip hayvanı, ona düşmanlığından değil, sırf iri gövdesinden ötürü sömürücüye simge olarak almış. Sömürülenlerin çokluğunu, çalışkanlığını, yaratıcılığını göstermek için de halk karıncayı almış. 


Neye üzülüyorum biliyor musunuz, bu kitabı okuyanlar, özellikle de çocuklar, filleri belki hiç sevmeyecekler. Bu bana çok dokunuyor. Ne yapabilirdim ki? Oysa filler, bugünkü sömürücüler kadar ne korkunçtur, ne zalimdir, ne özgürlük düşmanıdır, ne de işkencecidirler. Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim…”

Yaşar Kemal

Kitaba değinmişken Ömür Balcıoğlu’nun resimlemesine değinmeden de geçemeyeceğim. Yaşar Kemal’ın sözlerinde görülüyor ki aslında her şeyden habersiz fillerin, masalda insanın despot tarafıyla bütünleştirilmesinden ve çocukların ileride onlara bu olumsuz yüklemelerle bakabileceğinden içten içe rahatsızlık duyuyor. Buna karşılık Ömür Balcıoğlu, Fil Sultan’ı pembe ve öyle sevimli resmetmiş ki, kitap boyunca önümüze çıkan illüstrasyonlar, resimler okuyanlara bunun bir masal olduğunu sürekli hatırlatıyor ya da kim bilir bazen bir despotun böyle sevimli bir yüzü olabileceğini de. Bu resimlerin okura bir görsel ziyafet sunduğu ve kitabı daha da ilginç kıldığını düşünüyorum. Oğlum da onları çok ilginç buldu.

Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca,
Yazan: Yaşar Kemal, Resimleyen: Ömür Balcıoğlu,
Yapı Kredi Yayınları, 43. Baskı

Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca kitabı hangi yaşa uygun sorusu soran olabilir. Bunun cevabını vermek güç, çünkü yetişkinlerin de keyifle okuyabileceği düzeyde bir anlatıya sahip. Bir çocuğun bunu okumaya hazır olup olmadığına ise, çocuğu ve kitabı tanıyan bir büyüğün sezgisi karar verebilir diye düşünüyorum ve yazımı kitaptan bir alıntıyla bitiriyorum.

“Şimdi söyle, bana olan sözün ne?”

“Beni iyi dinle sultan. Karınca ülkelerine senin bu koca, lop lop gövdenle sefer yapmanın hiç gereği yok.”

“Allah Allah, nasıl buyruğum altına alacağım o kadar ülkeyi öyleyse? Hiç olmazsa beni görmeliler, değil mi, buyruğum altına girecek karıncalar…”

“Hiçbir gereği yok,” dedi ulukepez.

“Ne yapacaksın söyle bana, ey hüdhüd?”

“Dinle beni sultanım, ben insanların arasında çok kaldım. Onlardan çok hileler öğrendim ki, hile derim sana.”…

Filler Sultanı ile Kırmızı Topla Karınca – Yaşar Kemal, 1977

Yeni Yazı ve Ürün Bültenine Abone Ol

Tanrıça Athena ve Baykuşu

Sanem Aker Hakuba

Atina, Akropolis Müzesi’nde yaptığım Tanrıça Athena eskizi / 2023

Pallas Athena, İlyada ve Odysseia destanlarının baş karakterlerinden, Zeus’un kızı. Savaşın olduğu kadar sanatın, sanatçıların ve dokumacıların da koruyucusudur. İlyada ve Odysseia’da iki tezat karakter olarak ortaya çıkar. İlkinde intikamcı ve acımasız savaşçı, ikincisindeyse Odysseus’un İthaka’ya olan amansız yolculuğunda yol gösterici bilge. Fakat şüphesiz ikisinde de oynadığı rolle hikayenin gidişatını değiştirir.

Sevdiği hayvan baykuş, kafasına taktığı savaş başlığı kadar Athena ile bütünleşen bir sembol haline gelmiştir. Birçok temsilinde ona eşlik eder. Yukarıda paylaştığım, Atina Akropolis Müzesinde eskizini yaptığım vazo figüründe de sanırım bir baykuş vardı, vazonun önünü elimde bir defter uzun süre işgal edemediğim için şimdi tam hatırlamıyorum.

Baykuş birçok kadim kültürde olduğu gibi klasik Yunan mitolojisinde de bilgeliği, aklı, keskin görüşü ve duyuşu, sezgiyi ve en önemlisi karanlıkta görebilmeyi temsil eder.

hava kararırken komşu iğde ağacından bakan kulaklı orman baykuşu- Mart 2024

Gece avlanan baykuşlar, gündüz avlanan diğer birçok yırtıcı kuşun aksine avlarını havada aramazlar, bir yere tüneyerek onların ortaya çıkmasını bekler, aniden ve inanılmaz bir sessizlikle saldırırlar. Uçarken onların kanat seslerini duymak neredeyse imkansızdır. İşte bu sabırları, gece ve keskin görüşleri, uygun zamanı kavrayışları nedeniyle, birçok kültürde akıl, bilgelik, sezgi ve strateji ile bütünleştirilmişlerdir.

Baykuşların büyük gözbebeklerine sahip gözleri yuvalarında oynamaz. Kafalarını ilginç biçimde 240 derece döndürme yetisiyle bu keskin görüşü sağlarlar. Çevremizde yaşayan ve bize gündüzleri görünmekten çekinmeyen -bir önceki paylaşımımda bahsettiğim- kulaklı orman baykuşlarının işte bu olağanüstü kafa hareketlerini canlı izlemek muhteşem bir tecrübe.

Atena’nın Baykuşu, Atina Akropolis Müzesi – 2023

Sanatçıların ve dokumacıların koruyucusu Athena’nın, haftalardır etrafımızda yaşayan, bizi izleyen bilge baykuşları… Kocam, binlerce yıl yüzlerce kültürde onlara yüklenmiş olumlu-olumsuz tüm bu özelliklerden hiç etkilenmeden seyreyliyor onları. Bense bilmiyorum, bazen ne kadar dirensem de kafamda yaşam kendiliğinden hikayeleşiyor, bir anlama bürünüyor. Sanatla ve dokumalarla uğraşan biri olarak, ne kadar istemesem de onların varlığını sanırım biraz üstüme alınıyorum.

Yeni Yazı ve Ürün Bültenine Abone Ol