Bir çift yavru baykuş bahçemizde uzun süre konuk oldu. Geceleri seslerini duyduk, gündüzleri de yakınımızdaki bir iğde ağacına tüneyip tüm gün sağı solu izlediler. Arada birbirlerine sokuldular.
Kulaklı orman baykuşu yavruları, çok sevimli ve ilginç hayvanlardı. İlk hafta çevremizdeki varlıklarını yalnızca seslerinden takip ettik, onları aydınlıkta ağaçta ilk oğlum gördü. Hareketlerini gözlemek çok güzeldi, böyle bir fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissettim. İzlerken birkaç eskiz de yaptım. Burada eskizlerden birini ve atölyede yaptığım iki baskıyı paylaştım.
Simon Stålenhag, İsveçli bir sanatçı ve sanatta yeni bir türün öncülerinden. Hikayelerini hem yazıyor, hem resimliyor hem de besteliyor. Kitaplarından biri; Döngüden Hikayeler (Tales From The Loop) yakın zamanda diziye de uyarlandı. Henüz izlemedim.
Simon Stålenhag, çocuklarla veya çocukken resimli kitap okuyup, bu sanatsal-edebi alanın büyüsünü keşfetmiş yetişkinlere kitaplar yazan-resimleyen bir sanatçı. Ancak bu kitapların bazısı -hele de burada bahsettiğim- kesinlikle çocuklara uygun değil. Oğlumun diğer kitaplarında gezinmesine bir şey söylemiyorum, fakat bu kitabı okumasına izin vermiyorum. Hikaye çok ağır. Şiirsel yaklaşımıyla, sizi adeta o ana, o hislere ışınlayan büyüleyici görselleriyle, labirente benzer gidiş dönüşlü anlatımıyla muazzam, vurucu bir distopya. Bu kitap için bestelediği müzikleri de dinlemeniz mümkün.
Stålenhag’ı çizimleri genelde kuzey insanlarına özgü biraz karanlık hayal gücü öğeleri de taşıyor. Bunun kaynağını son zamanlarda çok daha iyi anladım. Biliyorsunuz, ülkemizde -faydasını bir türlü çözemediğim bir şekilde- yıllardır yaz-kış saati ayarlaması uygulaması kalktı. Sabahları bazen zifiri karanlıkta sokaklara düşüyoruz. Bu benim jenerasyonumun çocukluğunda pek yaşamadığı bir şeydi. Fark ettim ki sabah evden karanlıkta çıkmak, bende ve oğlumda pek güzel hisler yaratmıyor. Belki bir güzelliği gün doğumuna şahit olmak olabilir. Onun dışında kışın sabah karanlığı, puslu soğuk havası, kimi zaman ıssızlık, orada burada tam olarak ne olduğu seçilemeyen gölgeler arasında bir yerlere ulaşma çabası bizlere kuzey ülkelerinin insanlarının yaşadığına benzer tecrübeler yaşatıyor. Elbet bu şekilde büyümek çocukların hayal gücüne ve psikolojisine bir Akdeniz ülkesinin aydınlık uyanışının yumuşak etkisini pek yapmayacak. İklim, doğal döngüler, çevre insan psikolojisi üzerinde hiç de azımsanmayan etkiler bırakıyor. Stålenhag’ın kitaplarında bu olguyu tüm vuruculuğuyla gözlemek mümkün ve bunu yansıtma yeteneğine hayran kalmamak da elde değil.
Labirent kitabına gelirsek, aslında temelde bir travma ve iklim değişimi hikayesi ve söylenene göre Stålenhag’ın en karamsar hikayesi. Türkçe basımı henüz yok, fakat yazarın diğer iki kitabının Türkçeye çevrilmiş hallerini makul fiyatlara edinmek mümkün. Bu makul fiyatlar maalesef görsel olarak çözünürlük kayıplarıyla da beraber geliyorlar. Türkçe kitaplarla, yabancı basımların görsellerini karşılaştırdığımda çok fazla fark olduğunu gördüm. İlerleyen yazılarda yazarın diğer kitaplarına ilişkin izlenimlerimi paylaşırsam gösteririm. Kimisinde çizim detaylarının yarısı kaybolup gitmiş. Ancak bu ekonomik fiyatlara da daha iyisinin basılamayacağının farkındayım, açıkçası bu yüzden pek bir şey söyleyemiyorum. Ben evladiyelik gördüğüm kitapların ingilizcelerini edinmeyi tercih ettim.
Neden toplayıcı bir davranış avcılıkla bütünleştiriliyor veya o çerçevede tanımlanıyor gerçekten şu an pek bir fikrim yok. Belki zamanla bilmediğim bir şeyi öğrenirim, ama şimdiki bilincimde bu tanım kulaklarımı tırmalıyor. Acaba sahip olduğum bilinç bu tanımdan daha geniş, daha kapsayıcı olabilir mi? Kendi usunu küçümsemeyi alışkanlık haline getirmiş insan bazen otorite olarak gördükleri karşısında ‘ne münasebet’ diyor, ‘belki senin daha bu konuda anlamadığın bir şey vardır?’ Bu da aslında sağlıklı ve hatta bilimsel sayılabilecek bir yaklaşım, diğer yandan bu durumda ya daha geniş bakış açısına sahip olan bensem? Araştırmak istiyorum.
av: isim, Karada, denizde, gölde veya akarsularda evcil olmayan hayvanları vurma veya yakalama işi
Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük
Evet, mantar toplamak bazı çevrelerce mantar avcılığı olarak tanımlanıyor. Sebebi tehlikesiz olduğu kadar (çünkü mantarlar size saldırmaz), çok da tehlikeli bir macera olması mı (çünkü mantarlar sizi zehirleyerek öldürebilir)? İnsanda biraz olsun adrenalin salgısını mı arttırıyor ‘bu ‘avcılık’ şekilde tanımlanan yarı tehlikeli macera? Günümüzde çoğu insanın adrenalin yorgunluğundan muzdarip olması veya tükenmişlik yaşıyor olması dolayısıyla bu olasılık da kulağa mantıklı geliyor. Bilmiyorum, amacım yargılamak değil, anlamak, sonuç olarak doğada toplayıcılık içeren bir aktivite aslında ne kadar olumsuz olabilir ki? Yine de dönüp dolaşıp niyete geliyor konu. Bu aktivitede esas niyet ne? Mantarları tanımak mı, onları yerlerinde incelemek mi, orman ekosistemindeki muazzam rollerini keşfetmek mi, çeşitliliklerine hayran olmak mı, saklanma biçimlerine yönelik şaşkınlık yaşamak mı, yoksa avlamak mı? Neden onları avlamak istiyoruz? Daha doğrusu neden bir şey avlamak istiyoruz veya bir şey avlamaya neden ihtiyacımız var? Veya var mı gerçekten? Ya da artık olmalı mı?
Tarihi minyatürleri incelemekten çok hoşlandığımı daha önce burada belirttim mi bilmiyorum? Detaylarında kaybolmak ve ilginç şeyler keşfetmek bana çocuksu bir heyecan yaşatıyor. Bunun için geçen sene bir masa büyüteci de edindim. Bazen minyatürleri bir dedektif gibi gözlüyorum, fakat hiçbir kitap baskısı sahicisini incelemek kadar etkili değil maalesef. Baskı sırasında renkler, çözünürlük bir çok şey kayıba uğruyor. Eskiden bu detaylar pek önemli olmazdı ama şimdi çok değerli benim için.
Geçen hafta, Metin And’ın Minyatür kitabındaki av tasvirini içeren tarihi bir minyatürün köşesinde çok öncelerden ilgimi çekmiş olan bir kesitin defterime eskizini yaptım. Eskiden, çooook eskiden sarayda minyatür atölyesinde çırak olsaydım bu çizdiğim için belki usta elime cetvelle vurabilirdi, fakat ben o dönemde yaşamıyorum ve kendime de minyatürleri klasik şekilleriyle yaşatma görevi biçmedim. Onları sadece kendi tarzımda hissetmek, anlamak istiyorum.
Burada dikkatimi çeken detay, avcının onlara doğrulmuş tüfeğinden korkuyla ardına bakarak kaçan hayvanlardı. Çizimimde büyük ihtimalle Anadolu Leoparı ve Angora Tavşanı tasvir edilmiş. Bu ikisi de aşırı avlanma sonucu günümüzde doğal yaşam alanlarında nesili tükenmiş hayvanlar. Ankara tavşanın besiciliği yapılıyor, Anadolu Leoparı ise doğal ortamında geçen yıl tekrar görüldü ama çevre ülkelerden geldiği düşünülüyor.
Hayvan avcılığı bir yana bugünlerde sanırım Mantar Avcılığı modası başlamış. Tam olarak hangi boyutlara ulaşmış bilmiyorum, ama Doğa Oyunları Evi‘nin kurucularından Burcu Meltem Arık geçenlerde instagram hesabından bunun endişe verici düzeye ulaştığından veryansın ediyordu. Aşırı avlanan ve tüketilen her şey birgün ‘yok olabilir’, bu artık binlerce yıllık insanlık tecrübemiz sonucu idrakine varmış olmamız gereken bir bilgi. Dolayısıyla avcılık kadar zararı olmadığı düşünülen toplayıcılık da aşırı boyutlara ulaştığında türlerin devamı açısından tehlikeli hale gelebilir ki; orman ekolojisinin en önemli bileşenlerinden olan mantaralara, ormandaki canlıların biz şehirlerde yaşayan insanlardan çok daha fazla ihtiyaçları olduğu bir gerçek.
Peki onları toplamazsak aç kalmayacağımızı bildiğimiz halde neden onları toplamak istiyoruz? Bu “mantar avcılığı” macerasında neden ihtiyaç duyuyoruz? Belki bu şekilde doğayla temas etmeye, onun bir parçası olduğumuzu duyumsamaya çok açız ve o mantar arayışında bir iki saat süren dikkatle bakma sırasında doğadaki detayları görmenin, keşfetmenin doyumsuz hazzını duyumsuyoruz. Bu doğayla gerçek bir temas ve çok saygı duyduğum insanı insan yapan derin bir ihtiyaç, belki onu bir adım öteye götürerek doğayla temas ederken, bize sunduğu şeyleri hakkımız olarak görmek yerine bir parçası olarak bizden beklediklerini de duyumsamaya çalışabiliriz.
Bu noktada oğlumun birkaç yıl önce okuduğu kitapta, bir güvercin nesilinin aşırı avlama sonucu yok olduğunu öğrendiğinde yaşadığı derin yası hatırladım. Bu yas, benim için büyük bir öğreti oldu ve üzerimde bir sorumluluk oluşturdu. Bu sorumluluk gereği “mantar avcılığı” kavramından duyduğum tuhaf rahatsızlığı burada sizinle paylaşıyorum.
Belki ve büyük ihtimalle mantar avcılığından ifade edilmeye çalışılan aşağında paylaştığım, şair-yazar Neil Gaiman’ın “The Mushroom Hunters” – (Mantar Avcıları) isimli muhteşem biçimde canlandırılmış şiirinde dillendirilenlerdir ve onun şiirinde defalarca dile getirdiği kelimeye, insanların hayatlarında daha fazla yer vermeye ihtiyaç duymasıdır: ‘Observe’ (‘Gözle!’)
Ama burada hikayesi anlatılan kadınlardan biri olarak soruyorum, bunun ismi neden ‘av’ olsun ki!