Bir önceki paylaşımımda Picasso’nun bir Don Quijote çizimini defterime kendi çizimimle not alışımı paylaşmıştım. Çizimin orjinalini burada inceleyebilirsiniz. Bu çizimi yaparken, şimdiki zamanda yaşayan bir insan olarak benden önce yaşamış Picasso’nun bir ölümüsüz kahramana bakışını da yakından inceleme fırsatını buldum. Amacım ileride onun gibi çizmek değil, Don Quijote hikayesinin bir sanatsal dehanın elinde hangi hareketlere ilham verdiğini biraz olsun hissedebilmekti. Peki benim yerime bir AI koysaydık. O ne öğrenmiş olurdu? Onun amacı ne olurdu? En başta ondan ‘o’ diye bahsedebilir miyiz? Biz insanlar bu süreçte neler kaybedeceğiz? Bir Picasso bir daha gelebilecek mi mesela? Peki Cervantes, yel değirmenleriyle savaşan Don Quijote’nun maceraları, ondan kim ilham alacak, AI’lar mı? Bizim burada rolümüz ne ve gelecekte ne olacak?
Teknoloji fetişizmi, teknolojinin kontrolsüz ve ilkesiz ilerleyişine olan tepkileri Don Quijote’un koyun sürüsünü bir ordu zannedip saldırmasına benzetip, komik ve gülünç hale getirmeye çalışıyor. Ama ben de, içten içe bazı sanatçılar gibi, (böyle giderse) birgün gelip asla uyanamayacağımız bir kabusa güzel, eğlenceli bir gezintiye gidiyormuşuz gibi hislerle sokulmaya çalışıldığımızı sezinliyorum. ‘Eğlenceli’, ‘kolayca’, ‘hemen şimdi’, ‘ücretsiz’ sözlerinin ışıltısına kapılıp gitmeye devam etmek insanı insanlığını geride bırakacağı bir yola sokmak üzere.
Aşağıda; yapay zekanın sanata ve dolayısıyla esas insan bilincine olası yıkıcı etkileri üzerine dinlemekte fayda olduğunu gördüğüm bir konuşma var.
Abimi kaybettim. 10 ay oldu. Bu on ay, en zorlandığım zamanlardan biri olarak yaşam hikayemde yerini alıyor. Çok sorguladım, sorguluyorum. Birçok anlamda birçok yas iç içe geçti.
Yaşamımda ezberler daha az yer kaplamaya başladı. Bu dönemde kazandığım çoğu içgörüyü yazmadım, yazmayacağım. Bu şekil yazmalar da anlamını kaybeden şeylerden biri.
Yakınlaştığım kadar, yabancılaştığım çok şey var. En temel bazı varsayımlarım yıkıldı.
Çok fazla neden sorusu üstüme geldi? Kesinlikle on ay önceki kişi değilim.
Mesela anlaşılmak artık eskisi kadar umurumda değil. Anlaşılmak adına yaşamı, yaşamımı anlamlandırma çabamı artık yavaşlatmayacağım. Her anladığımı, kavradığımı anlaşılır hale getirip anlatmak, paylaşmak zorunda değilim, paylaşmayacağım da. Karşılıksız sürekli kendimden bir şeyler vermek zorunda değilim, vermeyeceğim de.
Bu ülke insanın önemli bir kısmı, sahip olduğu değerlerin kıymetini yeterince bilmiyor, bir kısmı değerlerin ne olduğunun farkında bile değil. Yoksa, bugün bu halde olur muyduk? Bu sonlu yaşamımda bu yerleşmiş gerçeği değiştirebileceğimi düşünmek, buna inanmak bir kibirmiş. Bu anlamsız uğraşıyı, kibiri de bırakıyorum. Bir şeyleri gönüllü veya karşılık al(a)madan yapmanın güzel yanlarından biri, istemediğin zaman da yapmamak özgürlüğü.
Yazın, yaslı gönlüme biraz olsun teselli olan Cervantes’in La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote (Yapı Kredi Yayınları) romanından, Çoban kızı Marcela’nın şu cümlelerini buraya not düşüyorum.
“…Dürüstlük, bedeni ve ruhu en çok süsleyen, güzelleştiren meziyetlerden biriyse, güzel olduğu için sevilen kişi, sırf kendi zevki uğruna var gücüyle bu meziyetini kaybettirmeye uğraşan kişinin isteğine boyun eğerek, niçin bu meziyetini kaybetsin? Ben hür doğdum ve hür yaşayabilmek için kırların ıssızlığı seçtim. Bu dağların ağaçları benim dostlarım, bu derelerin berrak suları benim aynalarımdır. Ben düşüncelerimi ve güzelliğimi ağaçlarla, sularla paylaşırım. Ben tecrit edilmiş ateş, uzakta duran kılıcım…”
Özgür olduğunu kendine hatırlatmak zorunda kalacağı bir karşılıksız yükümlülük altında insanın bırakılması veya kendisini bırakması veya böyle hissetmesi, hissettirilmesi ne kadar anlamsız.
Çok uzunca bir süredir blogda yazmıyorum, yazamıyorum. Maalesef bir nedeni de bu yıl yaşadığım büyük kayıp.
Bu zorlu süreçte, yaptığım işin sözsüz ve ellerimle baş başa kaldığım kısmı bana az da olsa şifa oldu. Bol bol baskı yaptım.
Bu süreçte yine enerjim el verdiğince, iletişimi koparmamak adına (ve de daha kolay olduğu, daha az emek gerektirdiği için) instagram hesabımda paylaşımlar yaptım.
Yaz başı planladığım gibi, Eylül’de internetteki dükkanımı uzun bir aradan sonra tekrar açıyorum. Eylül’ün son günleri oldu ama olsun, yine de sözüme sadık kaldım sayılır.
Dükkanımda son yaptığım baskıları inceleyebilir, dilerseniz satın alabilirsiniz. İsterseniz de bu duyuruyu ilgisini çekeceğini düşündüğünüz sevdiklerinizle paylaşabilirsiniz.
Bu sabah oğlum hikaye anlatırken şu sözler döküldü dudaklarından; “…alevler sardı etrafını ve gölgesi alevlerin içinde giderek kayboldu.” Bunu söyleyen bir çocuktu. Kendi uydurduğu bir hikayeyi anlatan bir çocuk. Yüzümde şaşkınlık ve hayranlıkla baka kalmış olmalıyım ki, meraktan ‘Ne oldu anne, bir şey mi oldu?’ deme ihtiyacı hissetti. Tasvirleri giderek derinleşiyor, güzelleşiyordu. Onu okula bıraktıktan sonra, alevlerin içinde bir gölgenin varlığını ve kaybolmasını nasıl ve nerede gözlemiş olabileceğini düşündüm.
Geçen yaz İlyada’yı okudum. Sürekli sorular sordu. Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Zeus’u Hera’yı Atena’yi, Paris’i, Kral Priamos’u… ve tabii Hektor’u ve Akhilleus’u. Hektor’un ölümüne üzüldüğümü ve Akhilleus’u karakter olarak beğenmediğimi keşfettiğinden beri bunun nedenini anlamaya çalışıyor.
İlyada beni derinden etkiledi ve derinden etkilenmem de oğlumu derinden etkiledi. İlyada’da iyiler kazanmıyor. Homeros, anlatırken dinleyen insanın acımasız ‘gerçekler’ karşısında ne hissedeceğini de umursamıyor. Onun derdi, anlatmak, gördüğünü anlatmak. Tüm destanda en etkilendiğin sadece bir yer göster deseler; Kral Priamos’un, oğlu Hektor’un ölüsünü, bir gece Akhilleus’un gizlice ayağına giderek alıp Troya’ya getirmesi derdim. Hatta en çok da yaşlı Priamos’un, oğlunun katili Akhilleus’un bahçesinde bir süre uyumayı isteyecek kadar yas tutmaktan bitip tükenmiş ve oğlunun ölüsünü alışıyla da biraz olsun huzur bulmuş olması derdim.
Şöyle diyor Kral Priamos yiğit oğlu Hektor’un ölüsünü aldıktan sonra Akhilleus’a:
“Çabuk yatır beni Zeus’un beslediği,
yatalım da varalım yumuşak uykunun tadına.
Gözkapaklarım altında hiç kapanmadı gözlerim,
ağladım, ağladım, sindirdim acıları içime,
avluda toz toprak içinde yuvarlana yuvarlana.
İlk lokmayı ağzıma bugün koydum,
ışıldayan şarap bugün geçti boğazımdan içeri
bir lokma yememiş, bir yudum içmemiştim bugüne dek.”
İlyada, Homeros / İş Bankası Kültür Yayınları- Hasan Ali Yücel Klasikleri
Homeros bunları dinleyicilerine anlatırken bir yandan da görmüyor muydu, Kral Priamos’un günlerdir çektiği acılardan yorgun düşmüş yüzünü ve bedenini?
Görmek yalnızca gözlerle mi gerçekleştirilen bir edim? Oğlum kahvaltı masasında hikayesini anlatırken sadece bir şey tasvir etmiyor, bir şey görüyordu da. Benim o an, anlatmasa göremeyeceğim bir şey görüyordu hayalinde. Ve gördüğünü; sözcükler seçerek, o sözcükleri seçtiği sıralara dizerek ve Türkçe seslendirerek benim de hayalimde canlandırıverdi. “…alevler sardı etrafını ve gölgesi alevlerin içinde giderek kayboldu…” Ve ikimiz de benzer bir hayalin içinde dolaşmaya başladık. Onun hayalini artık ben de görmeye başladım, ama benim gördüğüm gölge onun gördüğüyle aynı mıydı? Benim gölgem ne renkti? Bu süreci en derinden, söz söyleme sanatının en üst düzeylerine erişen Homeros’u okuduğumda kavradım. Hayal görmenin, o hayale başkalarını da ortak etmenin gücünü onun söylediği güçlü sözleri okurken bir kez daha anladım. Sözler önemliydi, ama o söz söyleme gücüne erişmeden önce en önemlisi görmekti. Görme gücü. Herkes bu gücünü iyiye kullanmıyor. Yine de bir teselli; yaşayabilen ve binlerce senenin ötesine kuşaktan kuşağa aktarılabilen görüntüler, sanırım yalnızca akıl almaz, akılla kavranamaz büyüklükte bir bütünün küçücük bir parçası olarak kendini görebilenlerin görüntüleri olabiliyor. Dahası bir zerresi olduklarını hissettikleri bütün ne kadar büyükse, gördükleri de zamana o oranda meydan okuyarak taze kalabiliyor.
Binlerce yıl ötesinin hikayeleri, bu gizemli bütünün her çağda başka tanımlanmış olduğunu da gösteriyor. Bizi şu an sahip olduğumuz ve mutlak gerçek olarak tanımladığımız dünya görüşümüzün geçiciliğiyle de yüzleştirebiliyor. Belki de bir an olsun, zaman denen bilmece içinde küçük küçücük bir zerre olduğumuzu derinde idrak etmemizi sağlıyor. Bu hikayeleri kaynağından okumak ve anlamak, bundan 3000 yıl kadar önce Anadolu’da yaşandığı söylenen acıları, mutlulukları, hırsları, ihanetleri tıpkı bugün gibi anlamak, hissetmek; tarifi çok zor. Böyle bir tecrübeyi kısa yaşamında kaçırmamalı insan. Hele de bu toprakların insanı hiç kaçırmamalı.
Şimdi başka bir destan okuyorum; Kalevala. Kalevala, Fin halk destanı ve bugünkü Finlandiya’nın kültürünün oluşmasında ve dilinin yaşamasında çok derin etkileri olmuş. Daha kahraman Vainamöinen yeni doğduğu en başlardayım. Tahir Alangu bu kısmın eski Altay-Türk Şamanı kozmolojisiyle de çok benzerlikler taşıdığını belirtiyor. (Türkiye Folkloru EL Kitabı-Tahir Alangu/ Yapı Kredi Yayınları) Kalevala şamanistik bir kültürün destanı, İlyada gibi bir destandan en başta savaşlarıyla ayrılıyor diyor bazı yorumcular. İlyada’da savaşlar kargı ve kılıçla yapılırken, Kalevala’da daha çok sözlerle yapılıyor.
Kutba yakın kuzeyin çetin doğa koşullarıyla çevrili geçmişte çoğunluğu yoksulluk, hastalık, sefalet içinde içinde hayatta kalmaya çalışan insanların, bugün dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı ülkeyi, Finlandiya’yı oluşturması bende büyük ilgi uyandırıyor. Daha öncesinde okuduğum Grigory Petrov’un Finlandiya’nın kalkınma sürecini anlatan Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabı ve Tahir Alangu’unun Kalevala destanı ile ilgili yorumları da bu destana merakımı artırmıştı.
Yukarıda Fin Ressam Akseli Gallen-Kallela’nın bir eseri var. Burada Kalevala destanı kahramanlarında Lemminkainen’i öldükten sonra annesi tarafından tekrar hayata döndürülmesi sahnesi canlandırılmış. Annenin gözündeki şu bakış, çok etkileyici. Ben daha o bölümü okumadım, okusaydım ben hayalimde nasıl görürdüm o anneyi acaba? Yukarıdaki gibi daha yaşlı, daha yorgun ve daha teslimiyet dolu mu? Bilmiyorum. Bu öylesine güçlü bir imge ki, destanı kendi hayalimde kurarken ondan özgürleşebileceğimden artık emin değilim.
“Onlardan toparlar oğlunu
eski Lemminkainen’i.
Etleri etlerle birleştirip,
kemiği kemiğe kaynaştırıp,
siniri sinire eritip,
damarı damara sokup diker.”
Kalevala / Fin Halk Destanı; Everest Yayınları
Bu etkileyici resim, Akseli Gallen-Kallela destanda anlatılan tasvirlerden yola çıkarak bir hayal görmesi, fakat bu noktadan sonra resime bakan ile hikayeyi dinleyen/okuyan ayrışıyor, dinleyen/okuyan tıpkı ressam gibi kendi hayalinde kendi hayal gücünü kullanarak sahneyi tekrar canlandırken, resme bakan ressamın hayalinin bir şahiti haline geliyor. Bu konu üzerinde daha derin düşünmek gerektiğini hissediyorum. Zira her şeyin görselliğe temellendiği bu çağda, sürekli başkalarının hayallerine şahit olurken sanırım gerçekte bireysel hayal gücümüz giderek köreliyor.
Belki de bu yüzden masallara, destanlara bu kadar çekiliyorum. Belki de hayal gücümün gündelik hayatta maruz kaldığı vitaminsizliği, açlığı en yoğun onlar gideriyorlar. İnsan olarak bana en büyük gücümü, hayal gücümü hatırlatıyor ve o gücün sınırlarını daha önce hayal etmediğim boyutlara genişletiyorlar.