Bugün Kendimi Dansa Kaldırdım

Oğlumla dans ediyorum. Münih kar altında. Hem etraftaki beyazlıktan yansıyan güneşten, hem de tatlı tatlı kikirdeyen oğlumun sesinden odanın içi sıcacık. Daha altı aylık ama dans etmeyi çok seviyor. Neşesine diyecek yok. Benim de öyle. Dün akşam yine güzel bir çalışma yaptık grupla.

Yaklaşık bir yıl önce, bir projem için iki kadına teklif götürmüştüm. Biri Güney Afrika’lı yetenekli bir tasarımcı, diğeri Amerika’lı yaratıcı bir pazarlamacı. Proje bitti ama biz yaptığımız çalışmaya devam etme kararı aldık. O zaman beş aylık hamileydim. Şimdi oğlum altı aylık. Artık zamanı böyle takip ettiğimi fark ediyorum. Mevsimlerle, döngülerle. Saate, takvime bakarak değil. Dün, bahsettiğim Amerikalı arkadaşımla beklerken ve oğlum akşam yorgunluğunun, açlığının verdiği huzursuzluktan bir gülüp bir ağlarken, düşündük. Tanıştığımızdan beri zaman nasıl geçti ve yaşamlarımız ne çok değişti. Değiştirmek için çok çaba harcamadan, usul usul.

Evet oğlumla dans ediyorum. Tesadüfen çalan şarkıyla. Ne kadar da uyuyor duruma. Arasam bulamazdım.

Bob Marley, ‘No Women, No Cry!’

Anılar gözümün önünden geçti minik elleri ellerimdeyken.

Ben yıllarca o sözü ‘Kadın Yok! Ağlamak Yok!’ diye anlayanlardanım. Ta ki bir arkadaşım – kim olduğunu maalesef hatırlamıyorum- sahilde bir akşam üstü, aslında onun şarkıda “Hayır Kadın, Hayır Ağlama!’ anlamına geldiğini söyleyinceye kadar. Güneşin batışı, denizden esen rüzgar, sesler, kokular, sözler, söyleyenden daha çok aklımda kalmış. Tuhaf!

Bu şarkıyı söylemiş hayatım da. Değişen anlamlarda.

Önce içimdeki kadına demişim ki. ‘Kadın Yok! Ağlamak Yok!” İşte, evde, kadın vücudunda erkek kafası taşıdığım, ağlamamayı marifet saydığım yıllar. Sevgilimi (şimdiki kocamı) Ankara’da bırakıp başka bir iş için İstanbul’a taşındığım zamanlar. Sabır küpü olan eşimin neredeyse her hafta sonu beni görmek için İstanbul’a gelişi. Zordu. Ama iyi ki de yapmışım. Bir kadının gerçek bir beraberlik için önce tek başına kalabilmeyi öğrenmesi gerektiğine hala tüm kalbimle inanıyorum.

Arkasından gelen “Hayır Kadın! Ağlamak Yok!” dönemi. Kaçırdığım tüm güzellikleri fark edişim. Hatırlıyorum, bir seferinde arkadaşımdan koçluk alırken. “İşim ve özel hayatım arasında bir denge kuramıyorum” demiştim. “Sorunum bu.” Eklemişim, fark etmeden iki elimi bir terazi gibi oynatarak. “İş, kariyer, iş, kariyer. Bak, dengeleyemiyorum işte.” Ardından koçum o hareketi tekrar yapmamı istemişti. O an bir şimşek çakmıştı kafamda. “İş, kariyer, iş, kariyer… Nerede diğerleri?” Sonra gözümde iki hayali canlandırmamı istedi. Birinde iş hayatımda çok başarılı olduğumu ama bir aile sahibi olmadığımı, diğerinde kocamla ve çocuklarımla çok mutlu olduğumu ama çalışmadığımı. İlk hayal siyah beyazdı, ne kadar uğraşsam da renklendiremedim. Diğeri ise cıvıl cıvıldı. İşte o gün evlenmeye ve eşimle Münih’e taşınmaya karar verdim.

Şimdi ise şarkıdaki “Everything’s gonna be alright!” (Herşey güzel olacak!) dönemi sanırım. Ne çalışmaktan, ne de ailemden vazgeçmek zorunda hissetmeyeceğim yeni bir hayali kurma dönemi. Ruhumu işime giderken kapıdaki askıda bırakmak zorunda kalmadığım, “-mış” gibi davranmadığım, kendimi kartvizitlerle tanımlamadığım, her yanında kendim olabildiğim bir hayat.

Dans ediyoruz. Altı aylık partnerim kıkırdamaya devam ediyor. Dün grupla yaptığımız çalışma hala mutfak masasının üzerinde duruyor. Benim, onun, şarkının, bazen kaygı dolu olsa da içi içine sığmıyor.

“No Woman! No Cry!”

 

Sorgulayan Bir Yeni Nesil? Nasıl?

Türkiye’nin gelecek neslinin nasıl olması gerektiğine ilişkin son günlerin tartışması beynimde yer bulmakta zorlanıyor. Bu konuda yalnız değilim eminim. Açıklamalar, gerekçelendirmeler her zaman ki gibi yetersiz, ezbere. Tıpkı yeni neslin olması beklendiği gibi.

Ülkemi buradan yani dışarından izlemek çok değişik bir duygu. Vatan sevgim olgunlaştı, yoğunlaştı. Kusurlarını da daha berrak görmeye başladım uzaktan, lütuflarını da.

Şu an ‘güçlü’ bir ekonomimiz olabilir. Ama bir ülkenin ezberci nesiller yetiştirerek kalkınmasını sürdürülebilir kılması çok zor. Yeniliği ithal etmeye ihtiyaç devam edecektir. Çünkü ezbercilikle yaratıcılık yan yana duramaz.

Kalıplanmış ve o kalıpların dışına her çıkışında cezalandırılmış birinden icatçı olması beklenemez. Böyle bir zihin farklı olmaktan doğası gereği korkar. Korkutulmuştur çünkü. Farklı olmak tehlikelidir onun için. Sorgulamak, soru sormak tehlikelidir. Soru sorarsa da aldığı cevap çoğunlukla ‘İşte öyle!’dir. Onun için en iyisi, bir bilene sormak ve herkes ne yapıyorsa onu yapmaktır ya da ‘başarılı olanı’ taklit etmek. Buna sofistike bir isim de veriliyor iş hayatında: ‘Benchmarking’ (kıyaslama). Türkiye bir kıyaslama cenneti. ‘Dur bakalım diğerleri ne yapmış?’ Soru çoğunlukla budur dikkat ederseniz.

Ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi şu an ki eğitim sistemimiz de ezberci beyinler yetiştirmekle meşgul. Yalnız, daha kalifiye olanlarını. Tablet bilgisayar dağıtmak, kullanış biçimi değişmedikçe bir farklılık getirmeyecek maalesef. Sabahtan akşama kadar okula giden, akşam özel ders alan, hafta sonu o kurstan bu aktiviteye koşan şimdiki nesil de büyüyünce yeterince yaratıcı olamayacak. Durup, bir şeylere farklı açıdan bakacak zamanı yok o zihinlerin. Bir bilgisayar gibi sürekli varolan programları beyinlerine yüklemekle ve kendilerini diğerleriyle kıyaslamakla meşguller. Kısacası, ‘Dur bakalım diğerleri ne yapmış?’ sorusu yine değişmedi.

Dolayısıyla benzer sistemden geçmiş, ‘eğitimli’ ve ‘yenilikçi’ olduğunu sananlar da, eğer dikkatlice bakarlarsa gerçekte ne kadar ezberci düşündüklerini ve davrandıklarını görebilirler. Bunların hepsi kendimde de son yıllarda fark ettiğim şeyler. Umarım ahkam kestiğim düşünülmez.

Kaçımız hayatın içinde ‘deney’ yapıyoruz? Sonucunda ne olacağını zaten bildiğimiz bir şeyi tekrarlamak yerine, hiç denenmemiş ya da denendiğini görmediğimiz bir şeyi yaparak öğreniyoruz. Çok az. Bu yüzden Türkiye’de neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatan ‘kişisel gelişim’ kitapları ve eğitimleri peynir ekmek gibi satıyor. Yıllarca almış durmuşum, evim onlardan dolup taşıyor. Çoğu da birbirinden kopyalama maalesef.

Örneğin, çok güzel yazılar okuyorum internette, dergilerde, kitaplarda. Araştırmaya, okumaya dayalı oldukları belli. Yazarın yararlandığı ve merak ettiğim kaynak yazının içinde geçmeyince diyorum ki; sonundadır büyük olasılıkla. Sonuna bakıyorum, orada da yok. Öyle sık oluyor ki bu durum, özellikle de Türkçe yazılarda. İçimden bir sitem yükseliyor artık. “Ey yazar! Çok beğendim fikirlerini. Hatta bende daha fazla okuma ve araştırma isteği uyandırdın. Paylaşmanın nedeni bu değil miydi? Bir yerlerden yararlanmışsın belli. Nerede bu kaynakların? Yollarını kapatıp, buluşmalarını geciktirerek hem okuyana, hem de yararlandığın kişiye haksızlık yapıyorsun. Bilerek ya da bilmeden.” İşte benim bu yazarın yazdıklarını sorgulama şansım o noktada bitiyor. Sadece bana verdiği, nereden geldiği belli olmayan bilgilerle yetinmek zorundayım.

İstemiyor muyuz çocuklarımız, gençlerimiz araştırmayı öğrensin, soru sorsun, bilginin kaynağına saygı duysun, bulup kaynağından öğrenmeye çalışsın? Nasrettin Hoca’nın hikayesi gibi suyunun suyunu içmesin. O zaman niçin referans vermiyoruz? Biz aldığımız bilgiyi doğru mu yorumladık, nasıl anlayacaklar? O zaman yazılanın dini bir yazıdan ne farkı kalıyor?

Daha fazla uzatmak istemem. Kısaca aksini yapıyorum zannedip de, farkında olmadan ezberciliği ve sorgulamamayı teşvik edebiliyor insan. Buna dikkat çekmek istedim. Sürç-i lisan ettiysem affola!

Kim Sayıyor?

Sorunların çözümünün bulunması en zor olan yere saklandığını, yani göz önünde olduğunu her farkedişimde uzun bir süre şaşkınlığımın etkisinden kurtulamıyorum. Aşağıda linkini verdiğim belgesel bu açıdan beni çok derinden etkilemiştir.

Marilyn Waring’in, mevcut küresel ekonomik düzeni böylesine dahiyane bir sadelikle anlatabiliyor olmasına hayranlık duyuyorum. Gerçeğin altını bir kere daha çiziyor: Ekonominin sadece bankalarda, borsalarda, cüzdanlarda değil kültürün içinde, bizim değerlerimizde yaşadığı ve biz değişmedikçe ekonominin de değişmeyeceği. Birilerinin neyin değerli sayılıp, sayılmayacağına ilişkin verdikleri kararın yaşantımızın kıyısına, köşesine kadar nasıl etki ettiğine; kadın hakları, çevre kirliliği ve daha birçok konunun neden hala küresel birer yara olduklarına farklı bir gözle bakmak isteyenlere bu belgesel bir armağan. Biraz uzun ama izlemeye değer. Kadınlara özellikle tavsiye ederim. İnternetten izlenebiliyor. Linkine buradan ulaşabilirsiniz.

1995 tarihli, dili ingilizce ve ne yazık ki Türkçe altyazısı (henüz) yok.