Kırılganlığın Gücü

Bir insanın hayatında mutlaka izlemesi gereken bir konuşma bu (Türkçe alt yazısı var). Ayrıca Brene Brown, anlattığını sunum boyunca bizzat yaşayarak gösteriyor. İzlemesi ilham verici.

Bence çağımızın bize söylediği en büyük yalanlardan biri; güç, statü, eğitim, para ne varsa gereken elde edip, sonunda yenilmezlik ve kırılmazlığa ulaşabileceğimiz. Fakat bu insan doğasına aykırı. Doğumdan ölüme kadar her gelişmek istediğimizde ya da çevremizde meydana gelen her değişimde alıştığımız güven sınırının dışına çıkmamız gerekiyor ve her çıkışta da kendimizi ‘doğal’ ve kaçınılmaz olarak kırılgan hissediyoruz. Film kahramanları gibi değiliz yani. Ama kimse bunu kolay kolay itiraf edemiyor, çünkü popüler kültürde pek ‘çekici’ değil. Böylelikle ‘güçlü’ ve ‘herşeye hakim’ maskemizi takıp, içimizde sakladığımız korkuyu çok çalışarak, çok gezerek, çok harcayarak ve daha nice çoklarla uyuşturuyoruz. Gerçekte aslında sahip olduğumuz muazzam potansiyeli uyuşturuyoruz. Çünkü olumlu/olumsuz tüm duygular aynı kapta duruyor. Korkumuzu, kırılganlığımızı kapattığımızda neşemizi, azmimizi ve cesaretimizi de beraberinde aynı yerde hapsediyoruz.

Ne ironi! Ancak kırılganlığımızı yaşama izini kendimize verdiğimizde hayatta gerçekten güçlü olabiliyoruz.

[ted id=1042 lang=tr]

İşte Brene Brown bunu çok güzel anlatıyor. Asıl ondan dinleyin

Tekrar Bütünün Bir Parçası Olmak

*Bu makale Yolculuk Dergisi’nin 78. Sayısında yayınlanmıştır.

Son zamanlarda, üzerinde çalıştığım sürdürülebilirlik konusundan olsa gerek, baktığım her şeyi birbirini etkileyen ve birbirinden etkilenen sistemler içinde görmeye başladım. Tabi kendimi de. Klişe belki ama, dünyanın geldiği durum daha doğrusu getirildiği durum hakkındaki gerçekleri duydukça, okudukça sorgulamadan edemiyorum. Biz; nasıl olup da doğal dengeyi yenilenemeyeceği noktaya dek bozma riskini bu kadar rahat alabildik. Nasıl olup da kafamızı çevremizdeki eşitsizliklere karşı kuma gömdük. Başkasına, etrafımıza ne tip bir zarar verdiğimize aldırmadan sadece kazanmaya, biriktirmeye odaklandık. İhtiyacımız olup olmadığına bakmadan sürekli tüketmeye koşullandık, kavga dövüş toplumda kaptığımız roller ve satın aldığımız markalarla birbirimizi yargılar, sınıflandırır olduk. İnsan olmak bu mu gerçekten?

Bilim adamlarının küresel ısınma ile ilgili yaptığı uyarılar ve sunduğu kanıtlar gerçekten artık göz ardı edilemeyecek noktalara ulaşmış durumda. Peki niye hep aynı şeyi sürekli tekrarlıyorlar? Çünkü anlamıyoruz. Geleceğe pozitif etki etmek için geçebileceğimiz kapı hala açık, ama hızla kapanıyor. Bu şekilde devam edersek, sonraki nesiller bizim sahip olduğumuz doğal güzellikleri sadece ansiklopedilerden okuyabilecekler ve bize haklı olarak kızgınlık duyacaklar. Eminim soracaklar “Siz o sırada ne yaptınız anne, baba, dede, anneanne?” Onlara ne cevap vereceğiz? “Biz sizin geleceğinizi garanti altına almak için çalışıyorduk? Bunlarla ilgilenecek vaktimiz yoktu.” İster istemez gülümsüyorum bu halimize.

Dünyanın bahsettiğim kapıdan geçebilmesi için yapılması gerekenler hiç basit değil. Yani Rönesans gibi tüm düşünce ve yapış biçiminin köklü bir biçimde değişmesi gerekiyor. Hızla! Mevcut sistemi değiştirmeden yapmaya çalıştığımız geri dönüşüm, şirketlerin bazısı reklam amaçlı cici sosyal sorumluluk projeleri gibi şeyler kimi bilim adamlarınca batan Titanik’ in içindeki suyu kaşıkla boşaltmaya benzetiliyor. Sanırım haklılar. İki gün önce bir havalimanında beklerken, gözüme geri dönüşüm amaçlı çöp kutuları çarptı. Gerekli gereksiz binlerce şey satan onlarca dükkanın önünde çok komik duruyorlardı. Güldüm, tabi ki önce kendi halime. Gideceğim yere ulaşmak için uçmaktan başka seçeneğim olmayışına da.

Bu manzaranın detaylarıyla bilincinde olan kişilerin genelde iki gruba ayrıldıklarını gözlüyorum. Birincisi dünyanın var olan tüketim, çalışma, üretme, beraber yaşama alışkanlıklarını değiştirme gücünden çok uzak olduğunu düşünen grup ve tabi ki kaçınılmaz sona kendilerini hazırlıyorlar. Diğeri hala umut olduğuna inanan, başlamış ve her geçen gün artan bireysel bilinç yükselmesine güvenen, bunun bir gün tıpkı Rönesans gibi önlenemez bir noktaya ulaşacağına ve varolan yapıyı derinden değiştireceğine inanan grup. Ben bu gruptayım sanırım. Henüz ümidimi kaybetmedim. En başta kendimden.

Soru basit aslında. Gelecek nesile nasıl bir dünya, nasıl bir toplum bırakmak istiyoruz? Çok uzak değil, çocuklarımız ya da torunlarımız için. Dengesi altüst olmuş bir doğa mı, bir grup ömrü boyunca harcayamayacağı kadar servete sahipken, içecek temiz su bulamayan milyarlarca insan mı ve daha nice ilave zorlu koşul mu? Ya da bütünün içindeki yerini fark eden, sahip olduğu yetenekleri bütünün hayrına kullanırken kazanan ve kazandıran, farklılıklardan korkmayan, ideolojilerin değil yüreğinin ve vicdanının sesini dinleyen, temel değeri “para”dan “sevgi”ye dönüşmüş insanlardan oluşmuş bir dünya mı?

Bir kurtarıcının gelmesini bekliyorsak daha çok bekleyeceğimiz kesin. Ancak artık o kadar zaman yok. Bir seçim yapma zamanı. Onu bunu değiştirmeye çalışmadan önce kendimizi dönüştürmeye cesaret edecek miyiz ya da havaalanındaki geri dönüşüm kutuları gibi görüntüde “şık” davranışlar içinde mi yaşamaya devam edeceğiz? İnsanlık olarak bu sıçramayı yapabilecek miyiz? Bunun cevabı hiç kolay değil. Bilim adamları gibi ben de buna topluca nasıl bir cevap vereceğimizi çok merak ediyorum, tabi ki en başta kendi cevabımın sorumluluğunu alarak.

Kaynaklar

Oxfam Briefing Paper (2009) Suffering the Science: Climate Change, People and Poverty http://www.oxfam.org.uk/resources/policy/climate_change/suffering-science-climate-change.html

Tibbs,H (2010) A Return to Being Human

Tibbs, H (2009) Global Storm Warning: Crisis and Transformation

Worldwatch Institute (2010) State of the World Report, Ch 1: http://www.worldwatch.org/node/6369

Bugün Kendimi Dansa Kaldırdım

Oğlumla dans ediyorum. Münih kar altında. Hem etraftaki beyazlıktan yansıyan güneşten, hem de tatlı tatlı kikirdeyen oğlumun sesinden odanın içi sıcacık. Daha altı aylık ama dans etmeyi çok seviyor. Neşesine diyecek yok. Benim de öyle. Dün akşam yine güzel bir çalışma yaptık grupla.

Yaklaşık bir yıl önce, bir projem için iki kadına teklif götürmüştüm. Biri Güney Afrika’lı yetenekli bir tasarımcı, diğeri Amerika’lı yaratıcı bir pazarlamacı. Proje bitti ama biz yaptığımız çalışmaya devam etme kararı aldık. O zaman beş aylık hamileydim. Şimdi oğlum altı aylık. Artık zamanı böyle takip ettiğimi fark ediyorum. Mevsimlerle, döngülerle. Saate, takvime bakarak değil. Dün, bahsettiğim Amerikalı arkadaşımla beklerken ve oğlum akşam yorgunluğunun, açlığının verdiği huzursuzluktan bir gülüp bir ağlarken, düşündük. Tanıştığımızdan beri zaman nasıl geçti ve yaşamlarımız ne çok değişti. Değiştirmek için çok çaba harcamadan, usul usul.

Evet oğlumla dans ediyorum. Tesadüfen çalan şarkıyla. Ne kadar da uyuyor duruma. Arasam bulamazdım.

Bob Marley, ‘No Women, No Cry!’

Anılar gözümün önünden geçti minik elleri ellerimdeyken.

Ben yıllarca o sözü ‘Kadın Yok! Ağlamak Yok!’ diye anlayanlardanım. Ta ki bir arkadaşım – kim olduğunu maalesef hatırlamıyorum- sahilde bir akşam üstü, aslında onun şarkıda “Hayır Kadın, Hayır Ağlama!’ anlamına geldiğini söyleyinceye kadar. Güneşin batışı, denizden esen rüzgar, sesler, kokular, sözler, söyleyenden daha çok aklımda kalmış. Tuhaf!

Bu şarkıyı söylemiş hayatım da. Değişen anlamlarda.

Önce içimdeki kadına demişim ki. ‘Kadın Yok! Ağlamak Yok!” İşte, evde, kadın vücudunda erkek kafası taşıdığım, ağlamamayı marifet saydığım yıllar. Sevgilimi (şimdiki kocamı) Ankara’da bırakıp başka bir iş için İstanbul’a taşındığım zamanlar. Sabır küpü olan eşimin neredeyse her hafta sonu beni görmek için İstanbul’a gelişi. Zordu. Ama iyi ki de yapmışım. Bir kadının gerçek bir beraberlik için önce tek başına kalabilmeyi öğrenmesi gerektiğine hala tüm kalbimle inanıyorum.

Arkasından gelen “Hayır Kadın! Ağlamak Yok!” dönemi. Kaçırdığım tüm güzellikleri fark edişim. Hatırlıyorum, bir seferinde arkadaşımdan koçluk alırken. “İşim ve özel hayatım arasında bir denge kuramıyorum” demiştim. “Sorunum bu.” Eklemişim, fark etmeden iki elimi bir terazi gibi oynatarak. “İş, kariyer, iş, kariyer. Bak, dengeleyemiyorum işte.” Ardından koçum o hareketi tekrar yapmamı istemişti. O an bir şimşek çakmıştı kafamda. “İş, kariyer, iş, kariyer… Nerede diğerleri?” Sonra gözümde iki hayali canlandırmamı istedi. Birinde iş hayatımda çok başarılı olduğumu ama bir aile sahibi olmadığımı, diğerinde kocamla ve çocuklarımla çok mutlu olduğumu ama çalışmadığımı. İlk hayal siyah beyazdı, ne kadar uğraşsam da renklendiremedim. Diğeri ise cıvıl cıvıldı. İşte o gün evlenmeye ve eşimle Münih’e taşınmaya karar verdim.

Şimdi ise şarkıdaki “Everything’s gonna be alright!” (Herşey güzel olacak!) dönemi sanırım. Ne çalışmaktan, ne de ailemden vazgeçmek zorunda hissetmeyeceğim yeni bir hayali kurma dönemi. Ruhumu işime giderken kapıdaki askıda bırakmak zorunda kalmadığım, “-mış” gibi davranmadığım, kendimi kartvizitlerle tanımlamadığım, her yanında kendim olabildiğim bir hayat.

Dans ediyoruz. Altı aylık partnerim kıkırdamaya devam ediyor. Dün grupla yaptığımız çalışma hala mutfak masasının üzerinde duruyor. Benim, onun, şarkının, bazen kaygı dolu olsa da içi içine sığmıyor.

“No Woman! No Cry!”

 

Sorgulayan Bir Yeni Nesil? Nasıl?

Türkiye’nin gelecek neslinin nasıl olması gerektiğine ilişkin son günlerin tartışması beynimde yer bulmakta zorlanıyor. Bu konuda yalnız değilim eminim. Açıklamalar, gerekçelendirmeler her zaman ki gibi yetersiz, ezbere. Tıpkı yeni neslin olması beklendiği gibi.

Ülkemi buradan yani dışarından izlemek çok değişik bir duygu. Vatan sevgim olgunlaştı, yoğunlaştı. Kusurlarını da daha berrak görmeye başladım uzaktan, lütuflarını da.

Şu an ‘güçlü’ bir ekonomimiz olabilir. Ama bir ülkenin ezberci nesiller yetiştirerek kalkınmasını sürdürülebilir kılması çok zor. Yeniliği ithal etmeye ihtiyaç devam edecektir. Çünkü ezbercilikle yaratıcılık yan yana duramaz.

Kalıplanmış ve o kalıpların dışına her çıkışında cezalandırılmış birinden icatçı olması beklenemez. Böyle bir zihin farklı olmaktan doğası gereği korkar. Korkutulmuştur çünkü. Farklı olmak tehlikelidir onun için. Sorgulamak, soru sormak tehlikelidir. Soru sorarsa da aldığı cevap çoğunlukla ‘İşte öyle!’dir. Onun için en iyisi, bir bilene sormak ve herkes ne yapıyorsa onu yapmaktır ya da ‘başarılı olanı’ taklit etmek. Buna sofistike bir isim de veriliyor iş hayatında: ‘Benchmarking’ (kıyaslama). Türkiye bir kıyaslama cenneti. ‘Dur bakalım diğerleri ne yapmış?’ Soru çoğunlukla budur dikkat ederseniz.

Ne yazık ki, geçmişte olduğu gibi şu an ki eğitim sistemimiz de ezberci beyinler yetiştirmekle meşgul. Yalnız, daha kalifiye olanlarını. Tablet bilgisayar dağıtmak, kullanış biçimi değişmedikçe bir farklılık getirmeyecek maalesef. Sabahtan akşama kadar okula giden, akşam özel ders alan, hafta sonu o kurstan bu aktiviteye koşan şimdiki nesil de büyüyünce yeterince yaratıcı olamayacak. Durup, bir şeylere farklı açıdan bakacak zamanı yok o zihinlerin. Bir bilgisayar gibi sürekli varolan programları beyinlerine yüklemekle ve kendilerini diğerleriyle kıyaslamakla meşguller. Kısacası, ‘Dur bakalım diğerleri ne yapmış?’ sorusu yine değişmedi.

Dolayısıyla benzer sistemden geçmiş, ‘eğitimli’ ve ‘yenilikçi’ olduğunu sananlar da, eğer dikkatlice bakarlarsa gerçekte ne kadar ezberci düşündüklerini ve davrandıklarını görebilirler. Bunların hepsi kendimde de son yıllarda fark ettiğim şeyler. Umarım ahkam kestiğim düşünülmez.

Kaçımız hayatın içinde ‘deney’ yapıyoruz? Sonucunda ne olacağını zaten bildiğimiz bir şeyi tekrarlamak yerine, hiç denenmemiş ya da denendiğini görmediğimiz bir şeyi yaparak öğreniyoruz. Çok az. Bu yüzden Türkiye’de neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatan ‘kişisel gelişim’ kitapları ve eğitimleri peynir ekmek gibi satıyor. Yıllarca almış durmuşum, evim onlardan dolup taşıyor. Çoğu da birbirinden kopyalama maalesef.

Örneğin, çok güzel yazılar okuyorum internette, dergilerde, kitaplarda. Araştırmaya, okumaya dayalı oldukları belli. Yazarın yararlandığı ve merak ettiğim kaynak yazının içinde geçmeyince diyorum ki; sonundadır büyük olasılıkla. Sonuna bakıyorum, orada da yok. Öyle sık oluyor ki bu durum, özellikle de Türkçe yazılarda. İçimden bir sitem yükseliyor artık. “Ey yazar! Çok beğendim fikirlerini. Hatta bende daha fazla okuma ve araştırma isteği uyandırdın. Paylaşmanın nedeni bu değil miydi? Bir yerlerden yararlanmışsın belli. Nerede bu kaynakların? Yollarını kapatıp, buluşmalarını geciktirerek hem okuyana, hem de yararlandığın kişiye haksızlık yapıyorsun. Bilerek ya da bilmeden.” İşte benim bu yazarın yazdıklarını sorgulama şansım o noktada bitiyor. Sadece bana verdiği, nereden geldiği belli olmayan bilgilerle yetinmek zorundayım.

İstemiyor muyuz çocuklarımız, gençlerimiz araştırmayı öğrensin, soru sorsun, bilginin kaynağına saygı duysun, bulup kaynağından öğrenmeye çalışsın? Nasrettin Hoca’nın hikayesi gibi suyunun suyunu içmesin. O zaman niçin referans vermiyoruz? Biz aldığımız bilgiyi doğru mu yorumladık, nasıl anlayacaklar? O zaman yazılanın dini bir yazıdan ne farkı kalıyor?

Daha fazla uzatmak istemem. Kısaca aksini yapıyorum zannedip de, farkında olmadan ezberciliği ve sorgulamamayı teşvik edebiliyor insan. Buna dikkat çekmek istedim. Sürç-i lisan ettiysem affola!