İçteki Ateş

Dışarıda harika bir hava var. Kapalı bir bahar havası. Rüzgar esiyor. Bahçemizdeki erik ağaçlarının beyaz çiçekleri oraya buraya savrulurken, sanki yeni gelinmişim ve başımdan aşağı konfetiler dökülüyormuş gibi heyecanla baharı hissediyorum.

Bir yorgan daha bitirdim, ona bakıyorum. İlki ‘Kozmoz Yorganı’ idi ve salonumuzda asılı şimdi. Bunun ismi ise, geçen hafta yaptığım bir yürüyüş sırasında zihnimde İngilizce olarak belirdi. ‘The Fire Within’ (‘İçteki Ateş/ İçteki Kor’) Sanırım kor kelimesi onu yaparken, ona bakarken hissettiklerimi daha iyi tarif ediyor. Bunu kocam için yaptım. Sanatsal bir yorgan yapmak tuhaf bir duygu, kocama sanatsal bir yorgan yapmış olmak ise daha da tuhaf bir duygu. Yorgan ve sanatın bu şekilde bir araya gelişi ise baktığımda muhteşem hissettiriyor. Kadın ellerimden çıkmış, akan magmanın içinde ara ara kendini gösteren ateşi çağrıştıran doğanın eril görüntüsü. Zihin aradan çıkıp yerini farkındalığa bırakırsa, insan vücudunun nasıl kolaylıkla arketiplerin maddi alemde bir fırçası haline gelebildiğini duyumsuyorum ve bu öyle çok şey ifade ediyor ki bana; yaşamın ta kendisini. Anda oluşan, bir daha istesem de tekrarlayamayacağım, dışarıdan görenlerin dansa benzetebileceği büyük fırça hareketleriyle oluşmuş şekiller, lekeler. Ellerimden çıkan eril görüntüdeki ürünler, içimde kendimden başka bir cinsi taşıyıp büyütebilen rahme sahip dişi doğamın mucizevi yanını da bana duyumsatıyor. Doğa milyarlarca yılda olgunlaştırdığı buna benzer sonsuz mucizelerle dolu…

Bu yorganlar bir farklılaşma yaratıyor yaşamımda ve bana bir türlü kaçamadığım ‘Ben kimim?’ Sorusunu yeniden sorduruyor. Yaptığım açıkça sanat, hatta ve aslında baştan beri hepsi böyle. Evrende uçuşan kelimeleri kendime özgü bir sırayla bir araya getirerek burada yaptığım hikaye anlatıcılığı gibi. Peki kendimi bir sanatçı olarak tanımlamak neden bu kadar zor, hatta korku verici? Kendimi sanatçı olarak tanımlamalı mıyım? Gördüm ki evet.

Eğer kendimi sanatçı olarak tanımlamazsam yaptıklarımın insanlardaki yankısının varlığında, yokluğunda, biçiminde, zamanlamasında işimin benim için anlamı bazen kayboluveriyor. Ama yaptıklarımı sanat parçaları olarak gördürdüğümde toplum kayboluyor ve içimde usul usul yanan o sıcaklığa temas ediyorum. Biliyorum ki yaratıcılığın çalışırken dokunduğum kaynağı, insandan, zamandan öte, aşkın bir yerden geliyor. Bu biliş kalbimi heyecanla, bedenimi hayatla dolduruyor ve ‘Hissettiğin bu ısı her şeyden bağımsız’ diyor, ‘Senin doğan bu. Onu yaşarsan, dağ başında kimse görmese bile yine bu çiçeği açacaksın.’ Bahsettiğim halde her hangi bir romantizm yok, oyuna dalmış bir çocuk umursamazlığı var. Çiçek insan görsün diye mi açar, nehir insan dinlesin diye mi çağlar, fırtına insan dehşete kapılsın diye mi kopar, yağmur insan ıslansın diye mi yağar? Bu soruların cevabını derinden kavradıkça, içimde yeni1anlam gibi daha nicelerini yaratma potansiyeline sahip ateşi hissediyorum. Doğduğumdan beri var olan ve de var olacak o ateşi… Ateşimi duyumsuyorum.

İnsanın kusurlarını sahiplenmesi ne kolay, peki ya yeteneklerini? Neden bir çitanın koşusunu, kedinin çevikliğini, baykuşun keskin görüşünü, filin gücünü sahiplendiği doğallıkta sahiplenmiyoruz, yaşamıyoruz bize fazlasıyla bahşedilen yetenekleri ve bize verilen bedeni layıkıyla kullanmıyoruz? Kaçımız onun ne kadar güzel dans ettiğini biliyor, şarkı söylediğini, koştuğunu, çizdiğini, boyadığını… Bilsek bile, dünya sahnesine çıkıp kaçımız gizlenmeden ‘ben buyum’ diyebiliyor?

Yazarken, doğanın baharda meyve ağaçlarında sergilediği, içimi kıpır kıpır ettiren sanata bakıyorum… Bahçemizde açmış binlerce erik çiçeği kadar sanatçıyım ben de… Minik çiçekleri kartaneleri gibi savuran rüzgar kadar, sağa sola dans edercesine sallanan ağaç dalları kadar… Evet, bunu kabul etmekte utanacak, çekinecek bir şey yok… Ben doğanın bir parçasıyım ve bir sanatçıyım…