Dönüşüm bitmiyor ve belki de kendimde en çok alışmam gereken bu. Tam bitti, bir ritm tutturdum diyordum ki…
Oğlum, kocam ve ben bu yaz üç hafta kadar Norveç’e gittik ve Norveç’i kuzeyinden güneyine inerek gezdik. Oslo’dan başlayıp, ardından kuzeye uçarak arktik kuşak içinde yer alan kutup ikliminin, bitki örtüsünün ve coğrafyasını taşıyan Lofoten’de gezinin en uzun zamanını geçirip sonra güneye doğru Bergen, Voss, Preikestolen ve Stavanger’de sırasıyla konaklayarak Oslo’dan Ankara’ya döndük. Fakat gezdiğimiz her yer bir yana ben Lofoten’ı unutamıyorum, unutmak istemiyorum.
Yola çıktığımızda oğlum ve ben sadece Norveç’e gittiğimizi biliyorduk . Tüm planın detaylarını bize sürpriz olması için sır gibi saklayarak eşim yaptı. Bu yaz onun planlama becerisine hayran kaldım. Tüm gezi sanki bir orkestra şefi tarafından yönetiliyor gibiydi. Yerine göre uçak, kiralık araç, toplu taşım, konakladığımız yerlerin rotadaki aktivitelere göre bazen işlevsel, bazen güzel olmasının seçimi ve yağmur da olsa, soğuk da olsa üç haftanın neredeyse tümünü doğada, açık havada geçirebilmemiz için kıyafet açısından ne eksik ne fazla donanımlı olmamız; kendine ve yaşamaya, yaşama değer verme, detaylara özen konusunda kocamdan bu tatilde çok şey öğrendim ve bir de kendisinin hiç sosyal medya hesabı olmayışından…
Güneyi tanıdık sayılırdı, ama kuzey Norveç benim için kelimelerle tarifsiz bir deneyim oldu. Lofoten kutup doğasıyla bütünlüğümde deneyimlenmeyi, öne çıkmayı bekleyen esrarengiz, bazen büyüleyici, bazen ürkütücü, soğuk, güçlü, sade, dingin, az kişinin ayak bastığı ve insanı alıp götüren masallar anlatan yanımla temas ettirdi beni… Oranın ıssızlığında ve kutup bozkırı olarak da tanımlanan tundra bitki örtüsünün sansürsüz yansıttığı alabildiğine geniş ufuklarda, deniz boyunca uzanan çırılçıplak dağlarının görüntüsünde bazen heyecandan kalp çarpıntıları yaşadım. Gece olmadı hiç, beyazdı geceler ve bu sonsuz aydınlığın kışının da olduğunu her an hissettim. Kuzey ışıklarının dans ettiği upuzun bitmeyen karanlık geceler… Koyu zümrüt yeşili denizinin koyu indigo mavisine döndüğü sonsuzmuş gibi gelen geceler… Renkler, koyu renkler… Alışık olmadığım renkler, hisler… Ve kiraladığımız, zaman zaman orkaların ziyaret ettiği okyanus kenarında ufak bir limanda üzerinde durduğu kayalara su samurlarının yuva yaptığı yüz yıllık küçük balıkçı kulübesi…
Lofoten zaman zaman dağ başlarında, yollarda, ansızın değişen havasıyla oğlumla yürürken, tırmanırken beni ürküterek cesaret aşıladı, üstüme son dönemlerde ağırlık olmaya başlamış yumuşaklığımı, anaçlığımı, korumacılığımı azalttı ve beni sivriltti, keskinleştirdi. Birçok şey de anlamını yitirdi… Faydalı olma heveslerim yerini içimde alev alev yanan kendini keşif arzusuna bıraktı mesela. İçsel olarak daha özgür olmak istedim… Kendim için bazı önemli kararlar aldım… Beraberinde bu ay yeni1anlam’ı da kapatma noktasına geldim, değer verdiğim birkaç kişi beni karşılarına alıp yapmamam konusunda ikna ettiler, fakat artık eskisi gibi çalışmayacağım, çalışamayacağım. Yeni çalışma biçimim zamanla ortaya daha belirgin şekilde çıkacak, ama bundan sonra yıllardır kendisine alan açılmasını bekleyen bilim, sanat ve doğa merakım, seyircimin kim olup olmadığına bakmadan ve hatta seyircimin olup olmadığına bakmadan, benim için ‘gerçekten’ ön planda olacak. Öğrendiklerimi, yaptıklarımı, keşfettiklerimi duyurmak için sosyal medyada eskisi gibi ilave bir emek harcayacağımı uzunca bir süre pek zannetmiyorum. Paylaştıklarımı beğenlerin, ilham verici, ilginç, gerekli bulanların, yazılarımı okumak isteyenlerin zaten bir şekilde bulabileceği bir yerde, buradayım…
İnsan varoluşunun yankısı en derin yaban doğada tecrübe ediliyor. Ben orada geçmişte güçlü olduğum bir konuda açıkça gerilemiş olduğumla yüzleştim. Şimdi kendime ‘Nasıl tekrar eski derin dikkatime ve odaklanmama sahip olabilirim?’ diye soruyorum. Merkezinde olmayan bir dikkatle yabanda dolaştığında, etrafında adeta bir balon gibi hayvansız, böceksiz bir alan oluştuğunu gözlemleyen doğa çizimleriyle ünlü Jon Muir Laws gibi birçok doğayla çalışan kişi, sessiz olsalar bile bazı duygu durumlarının, düşüncelerinin etraflarındaki canlıları rahatsız edip kaçırdığını ve akış hissine geçtiklerinden bir süre sonra etrafında çeşit çeşit hayvanın saklandıkları yerlerden çıkmaya başladığını söyler. Peki bir yerde, çok insan ve özellikle de doğayı fotoğrafına arka fon düzeyinde algılayan çok insanın bulunması, o yerinin doğasının açığa vurduğu, vurabildiği enerjinin gücünü değiştirebilir mi? Saatler geçip insanla karşılaşmayabildiğim Lofoten’la, gezinin ilerleyen zamanlarında ziyaret ettiğimiz her gün toplu turizmle binlerce insanın adeta istilasına uğrayan doğa harikası Preikestolen’i ziyaretimiz sırasındaki duygu ve düşüncelerimin kalitesi arasındaki dağlar kadar fark bu soruya benim açımdan ‘evet’ diyor. Sayısı 7,5 milyara ulaşan ve teknoloji sayesinde neredeyse her yere gidebilen insanın, dikkat ve duygu-durum kalitesindeki salgın gibi yayılan muazzam düşüş ve sığlaşma, doğa için yeni bir büyük çevresel kirlilik.
Lofoten’de bir kez daha anladım ki, insan tarafından rahatsız edilmeyen ve insandan kendini saklanmayan yaban doğanın insanı dönüştürme gücü, insanın insanı dönüştürme gücünden, terapilerden, tüm o insan yapımı yaklaşımlardan çok daha fazla. Ve eğer kişi de o ruh dolu ve yaban yerde, şimdi ve burada odaklamış biçimde kalabiliyorsa, doğasına saygıyla ve sükunetle yaklaşıyorsa, evine asla eskisi gibi dönmesi mümkün değil… Lofoten içimdeki yabanı ne kadar özlediğimi, ondan son zamanlarda ne kadar da uzaklaşmış olduğumu ve yaşamak için ona su, hava kadar ihtiyacım olduğunu bana gösterdi… İçimdeki yabanla, dışımdaki yabanın sağlığının, canlılığının birbirine görülmez bağlarla bağlı olduğunu ve doğayı, doğamı korumak istiyorsam eski dikkat düzeyime ve hatta ötesine ne yapıp edip tekrar kavuşmam gerektiğini de…